هَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ
Hel etâke hadîsul gâşiyeh(gâşiyeti).
Her şeyi kaplayacak kıyametin haberi sana gelmedi mi?
|
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ خَاشِعَةٌ
Vucûhun yevmeizin hâşiah(hâşiatun).
O gün bir takım yüzler zillete bürünmüştür.
|
عَامِلَةٌ نَّاصِبَةٌ
Âmiletun nâsıbeh(nâsıbetun).
Zor işler altında bitkin düşmüştür.
|
تَصْلَى نَارًا حَامِيَةً
Teslâ nâren hâmiyeh(hâmiyeten).
Yakıcı ateşe yaslanırlar.
|
تُسْقَى مِنْ عَيْنٍ آنِيَةٍ
Tuskâ min aynin âniyeh(âniyetin).
Kızgın bir kaynaktan içirilirler.
|
لَّيْسَ لَهُمْ طَعَامٌ إِلَّا مِن ضَرِيعٍ
Leyse lehum taâmun illâ min darî’(darîın).
6,7. Semirtmeyen, açlığı gidermeyen kötü kokulu (kuru) bir dikenden başka yiyecekleri yoktur.
|
لَا يُسْمِنُ وَلَا يُغْنِي مِن جُوعٍ
Lâ yusminu ve lâ yugnî min cû’(cûın).
6,7. Semirtmeyen, açlığı gidermeyen kötü kokulu (kuru) bir dikenden başka yiyecekleri yoktur.
|
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاعِمَةٌ
Vucûhun yevmeizin nâımeh(nâımetun).
İnanmış olanların yüzleri, o gün, pırıl pırıldır.
|
لِسَعْيِهَا رَاضِيَةٌ
Li sa’yihâ râdiyeh(râdiyetun).
Yaptıklarından hoşnuddurlar.
|
فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ
Fî cennetin âliyeh(âliyetun).
Yüksek bir cennettedirler.
|
لَّا تَسْمَعُ فِيهَا لَاغِيَةً
Lâ tesmeu fîhâ lâgıyeh(lâgıyeten).
Orada boş söz işitmezler.
|
فِيهَا عَيْنٌ جَارِيَةٌ
Fîhâ aynun câriyeh(câriyetun).
Orada akan kaynak vardır.
|
فِيهَا سُرُرٌ مَّرْفُوعَةٌ
Fîhâ sururun merfûah(merfûatun).
Orada, yükseltilmiş tahtlar vardır.
|
وَأَكْوَابٌ مَّوْضُوعَةٌ
Ve ekvabun mevdûah(mevdûatun).
Yerleştirilmiş kaseler,
|
وَنَمَارِقُ مَصْفُوفَةٌ
Ve nemârıku masfûfeh(masfûfetun).
Sıra sıra yastıklar,
|
وَزَرَابِيُّ مَبْثُوثَةٌ
Ve zerâbiyyu mebsûseh(mebsûsetun).
Serilmiş, yumuşak tüylü halılar vardır.
|
أَفَلَا يَنظُرُونَ إِلَى الْإِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ
E fe lâ yanzurûne ilel ibili keyfe hulikat.
17,18,19,20. Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?
|
وَإِلَى السَّمَاء كَيْفَ رُفِعَتْ
Ve iles semâi keyfe rufiat.
17,18,19,20. Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?
|
وَإِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ
Ve ilel cibâli keyfe nusıbet.
17,18,19,20. Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?
|
وَإِلَى الْأَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ
Ve ilel ardı keyfe sutıhat.
17,18,19,20. Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?
|
فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنتَ مُذَكِّرٌ
Fezekkir innemâ ente muzekkir(muzekkirun).
Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün.
|
لَّسْتَ عَلَيْهِم بِمُصَيْطِرٍ
Leste aleyhim bi musaytır(musaytırın).
Sen, onlara zor kullanacak değilsin.
|
إِلَّا مَن تَوَلَّى وَكَفَرَ
İllâ men tevellâ ve kefer(kefere).
23,24. Ama kim yüz çevirir, inkar ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır.
|
فَيُعَذِّبُهُ اللَّهُ الْعَذَابَ الْأَكْبَرَ
Fe yuazzibuhullâhul azâbel ekber(ekbere).
23,24. Ama kim yüz çevirir, inkar ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır.
|
إِنَّ إِلَيْنَا إِيَابَهُمْ
İnne ileynâ iyâbehum.
Doğrusu onların dönüşü Bize'dir.
|
ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا حِسَابَهُمْ
Summe inne aleynâ hisâbehum.
Şüphesiz sonra hesaplarını görmek de Bize düşmektedir.*
|