الْحَاقَّةُ
El hâkkah(hâkkatu).
Gerçekleşecek olan!
|
مَا الْحَاقَّةُ
Mel hâkkah(hâkkatu).
Nedir o gerçekleşecek olan gün?
|
وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْحَاقَّةُ
Ve mâ edrâke mel hâkkah(hâkkatu).
Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sana ne bildirir?
|
كَذَّبَتْ ثَمُودُ وَعَادٌ بِالْقَارِعَةِ
Kezzebet semûdu ve âdun bil kâriah(kâriati).
Semud ve Ad milletleri tepelerine inecek bu gerçeği yalanladılar.
|
فَأَمَّا ثَمُودُ فَأُهْلِكُوا بِالطَّاغِيَةِ
Fe emmâ semûdu fe uhlikû bit tâgıyeh(tâgıyeti).
Bu yüzden Semud milleti zorlu bir sarsıntı ile yok edildi.
|
وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ
Ve emmâ âdun fe uhlikû bi rîhın sarsarin âtiyeh(âtîyetin).
Ad milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi.
|
سَخَّرَهَا عَلَيْهِمْ سَبْعَ لَيَالٍ وَثَمَانِيَةَ أَيَّامٍ حُسُومًا فَتَرَى الْقَوْمَ فِيهَا صَرْعَى كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ خَاوِيَةٍ
Sehharehâ aleyhim seb’a leyâlin ve semâniyete eyyâmin husûmen fe terel kavme fîhâ sar’â ke ennehum a’câzu nahlin hâviyeh(hâviyetin).
Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gece sekiz gün, estirdi. Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün.
|
فَهَلْ تَرَى لَهُم مِّن بَاقِيَةٍ
Fe hel terâ lehum min bâkıyeh(bâkıyetin).
Onlardan arda kalmış bir şey görür müsün?
|
وَجَاء فِرْعَوْنُ وَمَن قَبْلَهُ وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِ
Ve câe fir’avnu ve men kablehu vel mu’tefikâtu bil hâtıeh(hâtıeti).
Firavun, ondan öncekiler ve alt üst olmuş kasabalarda oturanlar da suç işlemişlerdi.
|
فَعَصَوْا رَسُولَ رَبِّهِمْ فَأَخَذَهُمْ أَخْذَةً رَّابِيَةً
Fe asav resûle rabbihim fe ehazehum ahzeten râbiyeh(râbiyeten).
Rabbinin peygamberine baş kaldırmışlardı. Bunun üzerine Rableri onları şiddeti arttıkça artan bir şekilde yakaladı.
|
إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاء حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ
İnnâ lemmâ tagal mâu hamelnâkum fîl câriyeh(câriyeti).
11,12. Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır.
|
لِنَجْعَلَهَا لَكُمْ تَذْكِرَةً وَتَعِيَهَا أُذُنٌ وَاعِيَةٌ
Li nec’alehâ lekum tezkireten ve teıyehâ uzunun vâıyeh(vâıyetun).
11,12. Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır.
|
فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ
Fe izâ nufiha fîs sûri nefhatun vâhıdeh(vâhıdetun).
13,14,15. Sura bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.
|
وَحُمِلَتِ الْأَرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً
Ve humiletil ardu vel cibâlu fe dukketâ dekketen vâhıdeh(vâhıdeten).
13,14,15. Sura bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.
|
فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ
Fe yevme izin vekaatil vâkıah(vâkıatu).
13,14,15. Sura bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar.
|
وَانشَقَّتِ السَّمَاء فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ
Ven şakkatis semâu fe hiye yevme izin vâhiyeh(vâhiyetun).
Gök yarılır; o gün düzeni bozulur.
|
وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ
Vel meleku alâ ercâihâ, ve yahmilu arşe rabbike fevkahum yevme izin semâniyeh(semâniyetun).
Melekler onun çevresindedirler; o gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.
|
يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَى مِنكُمْ خَافِيَةٌ
Yevme izin tu’radûne lâ tahfâ minkum hâfiyeh(hâfiyetun).
O gün siz huzura alınırsınız, hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.
|
فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَؤُوا كِتَابِيهْ
Fe emmâ men ûtiye kitâbehu bi yemînihî fe yekûlu hâumukreû kitâbiyeh.
19,20. Kitabı sağından verilen; "Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum" der.
|
إِنِّي ظَنَنتُ أَنِّي مُلَاقٍ حِسَابِيهْ
İnnî zanentu enniy mülâkın hısâbiyeh.
19,20. Kitabı sağından verilen; "Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı umuyordum" der.
|
فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَّاضِيَةٍ
Fe huve fî îşetin râdıyeh(râdıyetin).
21,22,23. Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir.
|
فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ
Fî cennetin âliyeh(âliyetin).
21,22,23. Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir.
|
قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ
Kutûfuhâ dâniyeh(dâniyetun).
21,22,23. Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir.
|
كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ
Kulû veşrebû henîen bimâ esleftum fîl eyyâmil hâliyeh(hâliyeti).
Onlara şöyle denir: "Geçmiş günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz içiniz."
|
وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهِ فَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُوتَ كِتَابِيهْ
Ve emmâ men ûtiye kitâbehu bi şimâlihî fe yekûlu yâ leytenî lem ûte kitâbiyeh.
25,26,27,28,29. Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: "Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı" der.
|
وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِيهْ
Ve lem edri mâ hısâbiyeh.
25,26,27,28,29. Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: "Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı" der.
|
يَا لَيْتَهَا كَانَتِ الْقَاضِيَةَ
Yâ leytehâ kânetil kâdiyeh(kâdiyete).
25,26,27,28,29. Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: "Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı" der.
|
مَا أَغْنَى عَنِّي مَالِيهْ
Mâ agnâ annî mâliyeh.
25,26,27,28,29. Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: "Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı" der.
|
هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِيهْ
Heleke annî sultâniyeh.
25,26,27,28,29. Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: "Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı" der.
|
خُذُوهُ فَغُلُّوهُ
Huzûhu fe gullûh(gullûhu).
İlgililere şöyle buyurulur: "O'nu alın, bağlayın."
|
ثُمَّ الْجَحِيمَ صَلُّوهُ
Summel cahîme sallûh(sallûhu).
"Sonra cehenneme yaslayın"
|
ثُمَّ فِي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُ
Summe fî silsiletin zer’uhâ seb’ûne zirâan feslukûh(feslukûhu).
"Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun";
|
إِنَّهُ كَانَ لَا يُؤْمِنُ بِاللَّهِ الْعَظِيمِ
İnnehu kâne lâ yu’minu billâhil azîm(azîmi).
"Çünkü, o, yüce Allah'a inanmazdı."
|
وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ
Ve lâ yahuddu alâ taâmil miskîn(miskîni).
"Yoksulun yiyeceği ile ilgilenmezdi."
|
فَلَيْسَ لَهُ الْيَوْمَ هَاهُنَا حَمِيمٌ
Fe leyse lehul yevme hâhunâ hamîm(hamîmun).
"Bu sebeple burada bugün onun bir acıyanı yoktur."
|
وَلَا طَعَامٌ إِلَّا مِنْ غِسْلِينٍ
Ve lâ taâmun illâ min gıslîn(gıslînin).
36,37. "Günahkarların yiyeceği olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur."*
|
لَا يَأْكُلُهُ إِلَّا الْخَاطِؤُونَ
Lâ ye’kuluhu illel hâtiûn(hâtiûne).
36,37. "Günahkarların yiyeceği olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur."*
|
فَلَا أُقْسِمُ بِمَا تُبْصِرُونَ
Fe lâ uksımu bima tubsırûn(tubsırûne).
38,39,40. Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kuran şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
|
وَمَا لَا تُبْصِرُونَ
Ve mâ lâ tubsırûn(tubsırûne).
38,39,40. Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kuran şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
|
إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ
İnnehu le kavlu resûlun kerîmin.
38,39,40. Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kuran şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
|
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ قَلِيلًا مَا تُؤْمِنُونَ
Ve mâ huve bi kavli şâirin, kalîlin mâ tu’minûn(tu’minûne).
O, şair sözü değildir; ne az inanıyorsunuz!
|
وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ
Ve lâ bi kavli kâhin(kâhinin), kalîlen mâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Kahin sözü de değildir; ne az düşünüyorsunuz!
|
تَنزِيلٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Tenzîlun min rabbil âlemîn(âlemîne).
Kuran, Alemlerin Rabbinden indirilmedir.
|
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ
Ve lev tekavvele aleynâ ba’dal ekâvîl(ekâvîli).
44,45,46. Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.
|
لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ
Le ehaznâ minhu bil yemîn(yemîni).
44,45,46. Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.
|
ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ
Summe le kata’nâ minhul vetîn(vetîne).
44,45,46. Eğer o (Muhammed), Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.
|
فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
Fe mâ minkum min ehadin anhu hâcizîn(hâcizîne).
Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.
|
وَإِنَّهُ لَتَذْكِرَةٌ لِّلْمُتَّقِينَ
Ve innehu le tezkiretun lil muttekîn(muttekîne).
Doğrusu Kuran Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.
|
وَإِنَّا لَنَعْلَمُ أَنَّ مِنكُم مُّكَذِّبِينَ
Ve innâ le na’lemu enne minkum mukezzibîn(mukezzibîne).
İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
|
وَإِنَّهُ لَحَسْرَةٌ عَلَى الْكَافِرِينَ
Ve innehu le hasretun alel kâfirîn(kâfirîne).
Doğrusu Kuran, inkarcılar için bir üzüntüdür.
|
وَإِنَّهُ لَحَقُّ الْيَقِينِ
Ve innehu le hakk'ul yakîn(yakîni).
O, şüphesiz kesin gerçektir.
|
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ
Fe sebbıh bismi rabbikel azîm(azîmi).
Öyleyse çok büyük olan Rabbinin adını tesbih et.*
|