وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
Ven necmi izâ hevâ.
Batmakta olan yıldıza and olsun ki,
|
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
Mâ dalle sâhıbukum ve mâ gavâ.
Arkadaşınız (Muhammed) sapmamış ve azmamıştır.
|
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
Ve mâ yentıku anil hevâ.
O, kendiliğinden konuşmamaktadır.
|
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
İn huve illâ vahyun yûhâ.
Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir.
|
عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى
Allemehu şedîdul kuvâ.
5,6,7. Ona, çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir; en yüksek ufukta iken doğruluvermiş.
|
ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى
Zû mirreh(mirretin), festevâ.
5,6,7. Ona, çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir; en yüksek ufukta iken doğruluvermiş.
|
وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى
Ve huve bil ufukil a’lâ.
5,6,7. Ona, çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan Cebrail öğretmiştir; en yüksek ufukta iken doğruluvermiş.
|
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
Summe denâ fe tedellâ.
Sonra yaklaşmış ve inmiştir.
|
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ.
Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu.
|
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
Fe evhâ ilâ abdihî mâ evhâ.
Allah o anda kuluna vahyedeceğini etti.
|
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.
Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.
|
أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى
E fe tumâr rûnehu alâ mâ yerâ.
Ey inkarcılar! Onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır mısınız?
|
وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
Ve lekad reâhu nezleten uhrâ.
13,14. And olsun ki o, Cebrail'i sınırın sonunda başka bir inişinde de görmüştür.
|
عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى
İnde sidretil muntehâ.
13,14. And olsun ki o, Cebrail'i sınırın sonunda başka bir inişinde de görmüştür.
|
عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى
İndehâ cennetul me’vâ.
Orada Me'va cenneti vardır.
|
إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى
İz yagşes sidrete mâ yagşâ.
Sidre'yi bürüyen bürüyordu.
|
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ.
Gözü oradan ne kaydı ve ne de onu aştı.
|
لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
Lekad reâ min âyâti rabbihil kubrâ.
And olsun ki Rabbinin varlığının büyük delillerini gördü.
|
أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى
E fe reeytumul lâte vel uzzâ.
19,20. Ey inkarcılar! Şimdi Lat, Uzza ve bundan başka üçüncüleri olan Menat'ın ne olduğunu söyler misiniz?
|
وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى
Ve menâtes sâlisetel uhrâ.
19,20. Ey inkarcılar! Şimdi Lat, Uzza ve bundan başka üçüncüleri olan Menat'ın ne olduğunu söyler misiniz?
|
أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى
E lekumuz zekeru ve lehul unsâ.
Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın mı?
|
تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى
Tilke izen kısmetun dîzâ.
Öyleyse bu haksız bir paylaşma;
|
إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى
İn hiye illâ esmâun semmeytumûhâ entum ve âbâukum mâ enzelallâhu bihâ min sultân(sultânin), in yettebiûne illez zanne ve mâ tehvel enfus(enfusu), ve lekad câehum min rabbihimul hudâ.
Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece sanıya ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden and olsun ki doğruluk rehberi gelmiştir.
|
أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى
Em lil insâni mâ temennâ.
Yoksa, her umduğu şey insanın mıdır?
|
فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى
Fe lillâhil âhiretu vel ûlâ.
Hayatın ilki de sonu da Allah'ındır.*
|
وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاء وَيَرْضَى
Ve kem min melekin fîs semâvâti lâ tugnî şefâatuhum şey’en illâ min ba’di en ye’zenallâhu limen yeşâu ve yerdâ.
Allah, dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.
|
إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنثَى
İnnellezîne lâ yu’minûne bil âhireti le yusemmûnel melâikete tesmiyetel unsâ.
Doğrusu ahirete inanmayanlar, meleklere "dişi" adını takarlar.
|
وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا
Ve mâ lehum bihî min ilm(ilmin), in yettebiûne illez zann(zanne), ve innez zanne lâ yugnî minel hakkı şey'â(şey’en).
Oysa onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece sanıya uyarlar. Sanı ise şüphesiz gerçeği ifade etmez.
|
فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
Fe a'rıd an men tevellâ an zikrinâ ve lem yurid illel hayâted dunyâ.
Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma.
|
ذَلِكَ مَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى
Zâlike mebleguhum minel ilm(ilmi), inne rabbeke huve a’lemu bi men dalle an sebîlihî ve huve a’lemu bi menihtedâ.
Bu onların ulaştıkları bilginin seviyesini gösterir. Doğrusu Rabbin yolundan sapmış olanı pek iyi bilir, doğru yolda olanı da çok iyi bilir.
|
وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى
Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı li yecziyellezîne esâû bimâ amilû ve yeczîyellezîne ahsenû bil husnâ.
31,32. Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah'ındır ki O, kötülük yapanlara işlerinin karşılığını verir; iyi davrananlara, ufak tefek kabahatleri bir yana büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınanlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını verir. Doğrusu Rabbinin bağışı boldur. Sizi yerden var ederken ve siz annelerinizin karınlarında cenin halinde iken sizleri çok iyi bilen O'dur. Kendinizi temize çıkarmayın. O, sakınanı çok iyi bilir.*
|
الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ إِذْ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِ وَإِذْ أَنتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى
Ellezîne yectenibûne kebâirel ismi vel fevâhışe illâl lemem(lememe), inne rabbeke vâsiul magfireh(magfireti), huve a'lemu bikum iz enşeekum minel ardı ve iz entum e cinnetun fî butûni ummehâtikum, fe lâ tuzekkû enfusekum, huve a'lemu bi menittekâ.
31,32. Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah'ındır ki O, kötülük yapanlara işlerinin karşılığını verir; iyi davrananlara, ufak tefek kabahatleri bir yana büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınanlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını verir. Doğrusu Rabbinin bağışı boldur. Sizi yerden var ederken ve siz annelerinizin karınlarında cenin halinde iken sizleri çok iyi bilen O'dur. Kendinizi temize çıkarmayın. O, sakınanı çok iyi bilir.*
|
أَفَرَأَيْتَ الَّذِي تَوَلَّى
E fe re’eytellezî tevellâ.
33,34. Yüz çevireni ve malından biraz verip sonra vermemekte direneni gördün mü?"
|
وَأَعْطَى قَلِيلًا وَأَكْدَى
Ve a’tâ kalîlen ve ekdâ.
33,34. Yüz çevireni ve malından biraz verip sonra vermemekte direneni gördün mü?"
|
أَعِندَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى
E indehu ilmul gaybi fe huve yerâ.
Görülmeyenin ilmi yanında da o mu görüyor?
|
أَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى
Em lem yunebbe’ bimâ fî suhufi mûsâ.
36,37. Yoksa Musa'nın ve sözünü yerine getiren İbrahim'in kitablarında olanlar kendisine bildirilmedi mi ki?
|
وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى
Ve ibrâhîmellezî veffâ.
36,37. Yoksa Musa'nın ve sözünü yerine getiren İbrahim'in kitablarında olanlar kendisine bildirilmedi mi ki?
|
أَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى
Ellâ teziru vâziretun vizre uhrâ.
Hiç bir günahkar başkasının günah yükünü yüklenmez;
|
وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى
Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.
İnsan ancak çalıştığına erişir.
|
وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى
Ve enne sa’yehu sevfe yurâ.
Onun çalışması şüphesiz görülecektir.
|
ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاء الْأَوْفَى
Summe yuczâhul cezâel evfâ.
Sonra ona karşılığı eksiksiz verilecektir.
|
وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى
Ve enne ilâ rabbikel muntehâ.
Doğrusu son varış Rabbinedir.
|
وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى
Ve ennehu huve adhake ve ebkâ.
Doğrusu, güldüren de ağlatan da O'dur.
|
وَأَنَّهُ هُوَ أَمَاتَ وَأَحْيَا
Ve ennehu huve emâte ve ahyâ.
Doğrusu dirilten de öldüren de O'dur.
|
وَأَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى
Ve ennehu halakaz zevceyniz zekere vel unsâ.
45,46. Doğrusu, atıldığında meniden erkek ve dişiyi, iki çifti yaratan O'dur.
|
مِن نُّطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى
Min nutfetin izâ tumnâ.
45,46. Doğrusu, atıldığında meniden erkek ve dişiyi, iki çifti yaratan O'dur.
|
وَأَنَّ عَلَيْهِ النَّشْأَةَ الْأُخْرَى
Ve enne aleyhin neş’etel uhrâ.
Doğrusu ölümden sonra tekrar dirilten de O'dur.
|
وَأَنَّهُ هُوَ أَغْنَى وَأَقْنَى
Ve ennehu huve agnâ ve aknâ.
Doğrusu zengin eden de varlıklı kılan da O'dur.
|
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَى
Ve ennehu huve rabbuş şı’râ.
Doğrusu Şira yıldızının Rabbi O'dur.
|
وَأَنَّهُ أَهْلَكَ عَادًا الْأُولَى
Ve ennehû ehleke âdenil ûlâ.
50,51. İlk Ad milletini, Semud milletini yok edip geri bırakmayan O'dur.
|
وَثَمُودَ فَمَا أَبْقَى
Ve semûde femâ ebkâ.
50,51. İlk Ad milletini, Semud milletini yok edip geri bırakmayan O'dur.
|
وَقَوْمَ نُوحٍ مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ أَظْلَمَ وَأَطْغَى
Ve kavme nûhın min kabl(kablu), innehum kânû hum azleme ve atgâ.
Daha önce de Nuh milletini yok eden O'dur; çünkü onlar çok zalim ve pek taşkın kimselerdi.
|
وَالْمُؤْتَفِكَةَ أَهْوَى
Vel mû’tefikete ehvâ.
53,54. Lut milletinin kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur.
|
فَغَشَّاهَا مَا غَشَّى
Fe gaşşâhâ mâ gaşşâ.
53,54. Lut milletinin kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur.
|
فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى
Fe bi eyyi âlâi rabbike tetemârâ.
Ey kişi! Rabbinin hangi nimetinden şüpheye düşersin?
|
هَذَا نَذِيرٌ مِّنَ النُّذُرِ الْأُولَى
Hâzâ nezîrun minen nuzuril ûlâ.
İşte ilk uyaranlar gibi bu da bir uyarandır.
|
أَزِفَتْ الْآزِفَةُ
Ezifetil âzifeh(âzifetu).
Kıyamet yaklaştıkça yaklaşmıştır.
|
لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ
Leyse lehâ min dûnillâhi kâşifeh(kâşifetun).
Onu Allah'tan başka ortaya koyacak yoktur.
|
أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ
E fe min hâzel hadîsi ta’cebûn(ta’cebûne).
Bu söze mi şaşıyorsunuz?
|
وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ
Ve tedhakûne ve lâ tebkûn(tebkûne).
Gülüyorsunuz... Ağlamıyorsunuz.
|
وَأَنتُمْ سَامِدُونَ
Ve entum sâmidûn(sâmidûne).
Habersiz oyalanmaktasınız.
|
فَاسْجُدُوا لِلَّهِ وَاعْبُدُوا*
Fescudû lillâhi va’budû. (SECDE ÂYETİ)
Artık secdeye varın, Allah'a kulluk edin.*
|