يس
Yâ sîn.
Ya, Sin.
|
وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ
Vel kur’ânil hakîm(hakîmi).
2,3,4. Kuran'ı Hakim'e and olsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberlerdensin.
|
إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ
İnneke leminel murselîn(murselîne).
2,3,4. Kuran'ı Hakim'e and olsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberlerdensin.
|
عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
2,3,4. Kuran'ı Hakim'e and olsun ki, sen doğru yol üzere gönderilmiş peygamberlerdensin.
|
تَنزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ
Tenzîlel azîzir rahîm(rahîmi).
5,6. Bu, babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah'ın indirdiği Kuran'dır.
|
لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ
Li tunzire kavmen mâ unzire âbâuhum fe hum gâfilûn(gâfilûne).
5,6. Bu, babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah'ın indirdiği Kuran'dır.
|
لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Lekad hakkal kavlu alâ ekserihim fe hum lâ yu’minûn(yu’minûne).
And olsun ki, hüküm çoğunun aleyhine gerçekleşmiştir, bunun için artık inanmazlar.
|
إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى الأَذْقَانِ فَهُم مُّقْمَحُونَ
İnnâ cealnâ fî a’nâkıhim aglâlen fe hiye ilel ezkâni fe hum mukmehûn(mukmehûne).
Boyunlarına, çenelerine kadar varan demir halkalar geçirmişizdir, bunun için başları yukarı kalkıktır.
|
وَجَعَلْنَا مِن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ
Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden ve min halfihim sedden fe agşeynâhum fe hum lâ yubsırûn(yubsırûne).
Önlerine ve arkalarına sed çekmişizdir. Gözlerini perdelediğimizden artık göremezler.
|
وَسَوَاء عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Ve sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn(yu’minûne).
Onları uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar.
|
إِنَّمَا تُنذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ
İnnemâ tunziru menittebeaz zikre ve haşiyer rahmâne bil gayb(gaybi), fe beşşirhu bi magfiretin ve ecrin kerîm(kerîmin).
Sen ancak, Kuran'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. Artık o kimseyi, bağışlanma ve cömertçe verilecek bir ecirle müjdele.
|
إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ
İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ve nektubu mâ kaddemû ve âsârehum ve kulle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn(mubînin).
Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz; herşeyi, apaçık bir kitabda saymışızdır.*
|
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلاً أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءهَا الْمُرْسَلُونَ
Vadrıb lehum meselen ashâbel karyeh(karyeti), iz câe hel murselûn(murselûne).
İnsanlara, halkına elçiler gelen şehri mesel olarak anlat:
|
إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا إِلَيْكُم مُّرْسَلُونَ
İz erselnâ ileyhimusneyni fe kezzebûhumâ fe azzeznâ bi sâlisin fe kâlû innâ ileykum murselûn(murselûne).
Onlara iki elçi göndermiştik; onu yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: "Biz size gönderildik" demişlerdi.
|
قَالُوا مَا أَنتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُنَا وَمَا أَنزَلَ الرَّحْمن مِن شَيْءٍ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ تَكْذِبُونَ
Kâlû mâ entum illâ beşerun mislunâ ve mâ enzeler rahmânu min şey’in in entum illâ tekzibûn(tekzibûne).
"Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman da bir şey indirmemiştir. Sadece yalan söylüyorsunuz" dediler.
|
قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ
Kalû rabbunâ ya’lemu innâ ileykum le murselûn(murselûne).
16,17. Elçiler: "Doğrusu Rabbimiz bizim size gönderildiğimizi bilir; bize düşen ancak apaçık tebliğdir" demişlerdi.
|
وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ
Ve mâ aleynâ illel belâgul mubîn(mubînu).
16,17. Elçiler: "Doğrusu Rabbimiz bizim size gönderildiğimizi bilir; bize düşen ancak apaçık tebliğdir" demişlerdi.
|
قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِن لَّمْ تَنتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُم مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ
Kâlû innâ tetayyernâ bi kum, le in lem tentehû le nercumennekum ve le yemessennekum minnâ azâbun elîm(elîmun).
"Doğrusu sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır" dediler.
|
قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِن ذُكِّرْتُم بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ مُّسْرِفُونَ
Kâlû tâirikum meakum, e in zukkirtum, bel entum kavmun musrifûn(musrifûne).
Elçiler: "Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır; siz, aşırı giden bir milletsiniz" demişlerdi.
|
وَجَاء مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ
Ve câe min aksal medîneti raculun yes’â kâle yâ kavmittebiûl murselîn(murselîne).
Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş ve şöyle demişti: "Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun."
|
اتَّبِعُوا مَن لاَّ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُم مُّهْتَدُونَ
İttebiû men lâ yes’elukum ecren ve hum muhtedûn(muhtedûne).
"Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar."
|
وَمَا لِي لاَ أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve mâ liye lâ a’budullezî fataranî ve ileyhi turceûn(turceûne).
"Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de O'na döneceksiniz."
|
أَأَتَّخِذُ مِن دُونِهِ آلِهَةً إِن يُرِدْنِ الرَّحْمَن بِضُرٍّ لاَّ تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلاَ يُنقِذُونِ
E ettehızu min dûnihî âliheten in yuridnir rahmânu bi durrin lâ tugni annî şefâatuhum şey’en ve lâ yunkızûn(yunkızûni).
"O'nu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar."
|
إِنِّي إِذًا لَّفِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
İnnî izen le fî dalâlin mubîn(mubînin).
"Doğrusu o takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum."
|
إِنِّي آمَنتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ
İnnî âmentu bi rabbikum fesmeûn(fesmeûni).
"Şüphesiz ben Rabbinize inandım, beni dinleyin."
|
قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ
Kîled hulil cenneh(cennete), kâle yâ leyte kavmî ya’lemûn(ya’lemûne).
26,27. Ona "Cennete gir" denince, "Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" demişti.
|
بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ
Bimâ gafere lî rabbî ve cealenî minel mukremîn(mukremîne).
26,27. Ona "Cennete gir" denince, "Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" demişti.
|
وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ مِن بَعْدِهِ مِنْ جُندٍ مِّنَ السَّمَاء وَمَا كُنَّا مُنزِلِينَ
Ve mâ enzelnâ alâ kavmihî min ba’dihî min cundin mines semâi ve mâ kunnâ munzilîn(munzilîne).
28,29. Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik; sadece tek bir çığlık.. o kadar, hemen sönüp gittiler.
|
إِن كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ
İn kânet illâ sayhaten vâhıdetenfe izâ hum hâmidûn(hâmidûne).
28,29. Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik; sadece tek bir çığlık.. o kadar, hemen sönüp gittiler.
|
يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون
Yâ hasreten alel ıbâd(ıbâdi), mâ ye’tîhim min resûlin illâ kânû bihî yestehziûn(yestehziûne).
Kullara yazıklar olsun! Kendilerine hangi elçi gelse, onu alaya alıyorlardı.
|
أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّنْ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لاَ يَرْجِعُونَ
E lem yerev kem ehleknâ kablehum minel kurûni ennehum ileyhim lâ yerciûn(yerciûne).
Kendilerinden önce nice nesilleri yok ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler mi?
|
وَإِن كُلٌّ لَّمَّا جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ
Ve in kullun lemmâ cemîun ledeynâ muhdarûn(muhdarûne).
Hepsi huzurumuza getirileceklerdir.*
|
وَآيَةٌ لَّهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ
Ve âyetun lehumul ardul meyteh(meytetu), ahyeynâhâ ve ahrecnâ minhâ habben fe minhu ye’kulûn(ye’kulûne).
İşte onlara bir delil: Ölü yeri diriltir ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler.
|
وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنْ الْعُيُونِ
Ve cealnâ fîhâ cennâtin min nahîlin ve a’nâbin ve feccernâ fîhâ minel uyûn(uyûni).
Orada hurmalıklar ve üzüm bağları var ederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız.
|
لِيَأْكُلُوا مِن ثَمَرِهِ وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلَا يَشْكُرُونَ
Li ye’kulû min semerihî ve mâ âmilethu eydîhim, e fe lâ yeşkurûn(yeşkurûne).
Onun ve elleriyle yaptıklarının ürünlerini yesinler; şükretmezler mi?
|
سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ
Subhânellezî halakal ezvâce kullehâ mimmâ tunbitulardu ve min enfusihim ve mimmâ lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah münezzehtir.
|
وَآيَةٌ لَّهُمْ اللَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَإِذَا هُم مُّظْلِمُونَ
Ve âyetun lehumul leyl(leylu), neslehu minhun nehâre fe izâ hum muzlimûn(muzlimûne).
Onlara bir delil de gecedir; gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler.
|
وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَّهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
Veş şemsu tecrî li mustekarrin lehâ, zâlike takdîrul azîzil alîm(alîmi).
Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve bilgin olan Allah'ın kanunudur.
|
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ
Vel kamere kaddernâhu menâzile hattâ âdekel urcûnil kadîm(kadîmi).
Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir.
|
لَا الشَّمْسُ يَنبَغِي لَهَا أَن تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
Leş şemsu yenbegî lehâ en tudrikel kamere ve lel leylu sâbikun nehâr(nehâri), ve kullun fî felekin yesbehûn(yesbehûne).
Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler.
|
وَآيَةٌ لَّهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ
Ve âyetun lehum ennâ hamelnâ zurriyyetehum fîl fulkil meşhûn(meşhûni).
41,42. Onlara bir delil de: Soylarını dolu gemiyle taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binekler yaratmış olmamızdır.
|
وَخَلَقْنَا لَهُم مِّن مِّثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ
Ve halaknâ lehum min mislihî mâ yerkebûn(yerkebûne).
41,42. Onlara bir delil de: Soylarını dolu gemiyle taşımamız ve kendileri için bunun gibi daha nice binekler yaratmış olmamızdır.
|
وَإِن نَّشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلَا صَرِيخَ لَهُمْ وَلَا هُمْ يُنقَذُونَ
Ve in neşe’ nugrıkhum fe lâ sarîha lehum ve lâ hum yunkazûn(yunkazûne).
Dilesek, onları suda boğardık; ne yardımlarına koşan bulunur ve ne de kendileri kurtulabilirlerdi.
|
إِلَّا رَحْمَةً مِّنَّا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ
İllâ rahmeten minnâ ve metâan ilâ hîn(hînin).
Ama katımızdan bir rahmet ve bir süreye kadar geçinme olarak onları geri bıraktık.
|
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Ve izâ kîle lehumuttekû mâ beyne eydîkum ve mâ halfekum leallekum turhamûn(turhamûne).
Onlara: "Geçmişinizden ve geleceğinizden sakının, belki acınırsınız" dendiği zaman yüz çevirirler.
|
وَمَا تَأْتِيهِم مِّنْ آيَةٍ مِّنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ
Ve mâ te’tîhim min âyetin min âyâti rabbihim illâ kânû anhâ mu’ridîn(mu’ridîne).
Zaten Rabbinin ayetlerinden herhangi biri kendilerine geldiğinde ondan hep yüz çeviregelmişlerdi.
|
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَن لَّوْ يَشَاء اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
Ve izâ kîle lehum enfikû mimmâ rezakakumullâhu kâlellezîne keferû lillezîne âmenû e nut’imu men lev yeşâullâhu at’ameh(at’amehu), in entum illâ fî dalâlin mubîn(mubînin).
Onlara: "Allah'ın size verdiği rızıktan sarfedin" denince inkar edenler inananlara: "Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız" derler.
|
وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel va’du in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
"Doğru sözlü iseniz bildirin bu vaad ne zamandır?" derler.
|
مَا يَنظُرُونَ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ
Mâ yenzurûne illâ sayhaten vâhıdeten te’huzuhum ve hum yahıssımûn(yahıssımûne).
Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlığı beklerler.
|
فَلَا يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلَا إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ
Fe lâ yestetîûne tavsiyeten ve lâ ilâ ehlihim yerciûn(yerciûne).
O zaman, artık ne vasiyet edebilirler ne de ailelerine dönebilirler.*
|
وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُم مِّنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنسِلُونَ
Ve nufiha fîs sûri fe izâ hum minel ecdâsi ilâ rabbihim yensilûn(yensilûne).
Sura üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.
|
قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَن بَعَثَنَا مِن مَّرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ
Kâlû yâ veylenâ men beasenâ min merkadinâ, hâzâ mâ vaader rahmânuve sadakal murselûn(murselûne).
"Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?" derler. Onlara: "İşte Rahman olan Allah'ın vadettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi" denir.
|
إِن كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ
İn kânet illâ sayhaten vâhıdeten fe izâ hum cemîun ledeynâ muhdarûn(muhdarûne).
Tek bir çığlık kopar, hepsi, hemen huzurumuza getirilmiş olur.
|
فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَلَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Fel yevme lâ tuzlemu nefsun şey’en ve lâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Artık bugün kimseye hiçbir haksızlıkta bulunulmaz. İşlediklerinizden başkasıyla karşılık görmezsiniz.
|
إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ
İnne ashâbel cennetil yevme fî şugulin fâkihûn(fâkihûne).
Doğrusu bugün, cennetlikler eğlenceyle meşguldürler.
|
هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ فِي ظِلَالٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِؤُونَ
Hum ve ezvâcuhum fî zılâlin alel erâiki muttekiûn(muttekiûne).
Onlar ve eşleri gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır.
|
لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُم مَّا يَدَّعُونَ
Lehum fîhâ fâkihetun ve lehum mâ yeddeûn(yeddeûne).
Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır.
|
سَلَامٌ قَوْلًا مِن رَّبٍّ رَّحِيمٍ
Selâmun kavlen min rabbin rahîm(rahîmin).
Merhametli olan Rab katından onlara selam vardır.
|
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
Vemtâzûl yevme eyyuhel mucrimûn(mucrimûne).
59,60,61. Allah şöyle buyurur: Ey suçlular! Bugün müminlerden ayrılın. Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi?
|
أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).
59,60,61. Allah şöyle buyurur: Ey suçlular! Bugün müminlerden ayrılın. Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi?
|
وَأَنْ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ
Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).
59,60,61. Allah şöyle buyurur: Ey suçlular! Bugün müminlerden ayrılın. Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi?
|
وَلَقَدْ أَضَلَّ مِنكُمْ جِبِلًّا كَثِيرًا أَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ
Ve lekad edalle minkum cibillen kesîrâ(kesîran), e fe lem tekûnû ta’kılûn(ta’kılûne).
And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı, akletmez miydiniz?
|
هَذِهِ جَهَنَّمُ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ
Hâzihî cehennemulletî kuntum tûadûn(tûadûne).
İşte bu, size söz verilen cehennemdir.
|
اصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ
Islevhel yevme bimâ kuntum tekfurûn(tekfurûne).
Bugün, inkarcılığınıza karşılık oraya girin.
|
الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte o gün ağızlarını mühürleriz, Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahidlik eder.
|
وَلَوْ نَشَاء لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ
Ve lev neşâu le tamesnâ alâ a’yunihim festebekûs sırâta fe ennâ yubsırûn(yubsırûne).
Dilesek, gözlerini kör ederdik de yol bulmağa çalışırlardı. Nasıl görebilirlerdi?
|
وَلَوْ نَشَاء لَمَسَخْنَاهُمْ عَلَى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلَا يَرْجِعُونَ
Ve lev neşâu le mesahnâhum alâ mekânetihim fe mâstetâû mudiyyen ve lâ yerciûn(yerciûne).
Dilesek, onları oldukları yerde dondururduk da, ne ileri gidebilirler ve ne de geri dönebilirlerdi.*
|
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ
Ve men nuammirhu nunekkishu fîl halk(halkı), e fe lâ ya’kılûn(ya’kılûne).
Uzun ömürlü yaptığımızın hilkatini tersine çevirmişizdir. Akletmezler mi?
|
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُّبِينٌ
Ve mâ allemnâhuş şi’re ve mâ yenbagî leh(lehu), in huve illâ zikrun ve kur’ânun mubîn(mubînun).
Biz ona şiir öğretmedik, zaten ona gerekmezdi. Bu bir öğüt ve apaçık Kuran'dır.
|
لِيُنذِرَ مَن كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرِينَ
Li yunzire men kâne hayyen ve yehıkkal kavlu alel kâfirîn(kâfirîne).
Diri olan kimseyi uyarsın ve verilen söz de inkarcıların aleyhine çıksın.
|
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ
E ve lem yerev ennâ halaknâ lehum mimmâ amilet eydînâ en’âmen fe hum lehâ mâlikûn(mâlikûne).
Kudretimizle kendileri için hayvanlar yarattığımızı görmezler mi? Onlara sahip olmaktadırlar.
|
وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ
Ve zellelnâhâ lehum fe minhâ rakûbuhum ve minhâ ye’kulûn(ye’kulûne).
Onları kendilerinin buyruğuna verdik; bindikleri de, etini yedikleri de vardır.
|
وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلَا يَشْكُرُونَ
Ve lehum fîhâ menâfiu ve meşârib(meşâribu), e fe lâ yeşkurûn(yeşkurûne).
Onlarda daha nice faydalar, içecekler vardır; şükretmezler mi?
|
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ
Vettehazû min dûnillâhi âliheten leallehum yunsarûn(yunsarûne).
Allah'ı bırakıp da, kendilerine yardımı dokunur diye, başka tanrılar edindiler.
|
لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُندٌ مُّحْضَرُونَ
Lâ yestetîûne nasrahum ve hum lehum cundun muhdarûn(muhdarûne).
Oysa onlar yardım edemezler, ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet beklerler.
|
فَلَا يَحْزُنكَ قَوْلُهُمْ إِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ
Fe lâ yahzunke kavluhum, innâ na’lemu mâ yusirrûne ve mâ yu’linûn(yu’linûne).
Bunların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da şüphesiz biliriz.
|
أَوَلَمْ يَرَ الْإِنسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِن نُّطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُّبِينٌ
E ve lem yerel insânu ennâ halaknâhu min nutfetin fe iza huve hasîmun mubîn(mubînun).
77,78. İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da; "Çürümüş kemikleri kim yaratacak" diyerek, Bize misal vermeye kalkar?
|
وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ
Ve darebe lenâ meselen ve nesiye halkah(halkahu), kâle men yuhyil izâme ve hiye remîm(remîmun).
77,78. İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da; "Çürümüş kemikleri kim yaratacak" diyerek, Bize misal vermeye kalkar?
|
قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Kul yuhyîhellezî enşeehâ evvele merreh(merretin), ve huve bi kulli halkın alîm(alîmun).
De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir."
|
الَّذِي جَعَلَ لَكُم مِّنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنتُم مِّنْهُ تُوقِدُونَ
Ellezî ceale lekum mineş şeceril ahdarinâren fe izâ entum minhu tûkıdûn(tûkıdûne).
Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsınız.
|
أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُم بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ
E ve leysellezî halakas semâvâti vel arda bi kâdirin alâ en yahluka mislehum, belâ ve huvel hallâkul alîm(alîmu).
Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir olmaz mı? Elbette olur; çünkü O, yaratan ve bilendir.
|
إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn(yekûnu).
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur.
|
فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu kulli şey’in ve ileyhi turceûn(turceûne).
Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir.*
|