وَالصَّافَّاتِ صَفًّا
Ves sâffati saffâ(saffen).
1,2,3,4,5. Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
|
فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا
Fez zâcirâti zecrâ(zecran).
1,2,3,4,5. Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
|
فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا
Fet tâliyâti zikrâ(zikran).
1,2,3,4,5. Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
|
إِنَّ إِلَهَكُمْ لَوَاحِدٌ
İnne ilâhekum le vâhıd(vâhıdun).
1,2,3,4,5. Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
|
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِ
Rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve rabbul meşârık(meşârıkı).
1,2,3,4,5. Sıra Sıra duran ve önlerindekini sürdükçe süren ve Allah'ı andıkça anan meleklere and olsun ki, sizin Tanrınız birdir; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların -doğuların da- Rabbidir.
|
إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ
İnnâ zeyyennes semâed dunyâ bi zîynetinil kevâkib(kevâkibi).
Şüphesiz Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.
|
وَحِفْظًا مِّن كُلِّ شَيْطَانٍ مَّارِدٍ
Ve hıfzan min kulli şeytânin mârid(mâridin).
Onu, inatçı her türlü şeytandan koruduk.
|
لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍ
Lâ yessemmeûne ilel meleil a’lâ ve yukzefûne minkulli cânib(cânibin).
8,9. Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır.
|
دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ
Duhûran ve lehum azâbun vâsib(vâsibun).
8,9. Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır.
|
إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ
İllâ men hatıfel hatfete fe etbeahu şihâbun sâkib(sâkibun).
Hele bir tek söz kapan olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir.
|
فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَم مَّنْ خَلَقْنَا إِنَّا خَلَقْنَاهُم مِّن طِينٍ لَّازِبٍ
Festeftihim e hum eşeddu halkan em men halaknâ, innâ halaknâhum min tînin lâzib(lâzibin).
Allah'a eş koşanlara sor: Kendilerini yaratmak mı daha zordur, yoksa Bizim yarattığımız gökleri yaratmak mı? Aslında Biz kendilerini özlü ve yapışkan çamurdan yaratmışızdır.
|
بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ
Bel acibte ve yesharûn(yesharûne).
Evet; sen onlara şaşıyorsun, onlar da seni alaya alıyorlar.
|
وَإِذَا ذُكِّرُوا لَا يَذْكُرُونَ
Ve izâ zukkirû lâ yezkurûn(yezkurûne).
Onlara öğüt verildiğinde öğüt dinlemezler.
|
وَإِذَا رَأَوْا آيَةً يَسْتَسْخِرُونَ
Ve izâ raev âyeten yesteshırûn(yesteshırûne).
Bir mucize gördüklerinde onu eğlenceye alırlar.
|
وَقَالُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِينٌ
Ve kâlû in hâzâ illâ sihrun mubîn(mubînun).
15,16,17. "Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?" derler.
|
أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ
E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le meb’ûsûn(meb’ûsûne).
15,16,17. "Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?" derler.
|
أَوَآبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ
E ve âbâunel evvelûn(evvelûne).
15,16,17. "Bu apaçık bir sihirdir; öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, önceki babalarımız yahut biz mi dirileceğiz?" derler.
|
قُلْ نَعَمْ وَأَنتُمْ دَاخِرُونَ
Kul neam ve entum dâhırûn(dâhırûne).
De ki: "Evet hem de zelil ve hakir olarak."
|
فَإِنَّمَا هِيَ زَجْرَةٌ وَاحِدَةٌ فَإِذَا هُمْ يَنظُرُونَ
Fe innemâ hiye zecretun vâhıdetun fe izâ hum yenzurûn(yenzurûne).
Tek bir çığlık. Hemen bakıp kalırlar.
|
وَقَالُوا يَا وَيْلَنَا هَذَا يَوْمُ الدِّينِ
Ve kâlû yâ veylenâ hâzâ yevmud dîn(dîni).
Şöyle derler: "Vay bize! İşte bu ceza günüdür."
|
هَذَا يَوْمُ الْفَصْلِ الَّذِي كُنتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ
Hâzâ yevmul faslillezî kuntum bihî tukezzibûn(tukezzibûne).
Onlara: "İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür" denir.*
|
احْشُرُوا الَّذِينَ ظَلَمُوا وَأَزْوَاجَهُمْ وَمَا كَانُوا يَعْبُدُونَ
Uhşurûllezîne zalemû ve ezvâcehum ve mâ kânû ya’budûn(ya’budûne).
22,23. İlgililere şöyle emredilir: "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin. Onları cehennem yoluna koyun."
|
مِن دُونِ اللَّهِ فَاهْدُوهُمْ إِلَى صِرَاطِ الْجَحِيمِ
Min dûnillâhi fehdûhum ilâ sırâtıl cahîm(cahîmi).
22,23. İlgililere şöyle emredilir: "Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri ve Allah'ı bırakıp da taptıklarını derleyin. Onları cehennem yoluna koyun."
|
وَقِفُوهُمْ إِنَّهُم مَّسْئُولُونَ
Vakıfûhum innehum mes’ûlûn(mes’ûlûne).
"Onları durdurun; çünkü kendilerinden daha da sorulacaktır."
|
مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ
Mâ lekum lâ tenâsarûn(tenâsarûne).
Şöyle sorulur: "Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?"
|
بَلْ هُمُ الْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ
Bel humul yevme musteslimûn(musteslimûne).
Hayır; bugün onların hepsi teslim olmuşlardır.
|
وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءلُونَ
Ve akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
Birbirlerine dönüp soruşurlar.
|
قَالُوا إِنَّكُمْ كُنتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ الْيَمِينِ
Kâlû innekum kuntum te’tûnenâ anil yemîn(yemîni).
İleri gelenlerine: "Doğrusu siz bize sureti hakdan görünürdünüz" derler.
|
قَالُوا بَل لَّمْ تَكُونُوا مُؤْمِنِينَ
Kâlû bel lem tekûnû mû’minîn(mû’minîne).
Onlar da şöyle derler: "Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz."
|
وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُم مِّن سُلْطَانٍ بَلْ كُنتُمْ قَوْمًا طَاغِينَ
Ve mâ kâne lenâ aleykum min sultân(sultânin), bel kuntum kavmen tâgîn(tâgîne).
"Bizim sizin üstünüzde bir nüfuzumuz yoktu. Bilakis, azmış bir millettiniz."
|
فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَا إِنَّا لَذَائِقُونَ
Fe hakka aleynâ kavlu rabbinâ innâ le zâıkûn(zâıkûne).
"Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. şüphesiz azabı tadacağız."
|
فَأَغْوَيْنَاكُمْ إِنَّا كُنَّا غَاوِينَ
Fe agveynâkum innâ kunnâ gâvîn(gâvîne).
"Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık".
|
فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ
Fe innehum yevme izin fîl azâbi muşterikûn(muşterikûne).
O gün hepsi azabda birleşirler.
|
إِنَّا كَذَلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِمِينَ
İnnâ kezâlike nef’alu bil mucrimîn(mucrimîne).
Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
|
إِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ
İnnehum kânû izâ kîle lehum lâ ilâhe illallâhu yestekbirûn(yestekbirûne).
Onlara: "Allah'tan başka tanrı yoktur" denildiği zaman şüphesiz büyüklenirler.
|
وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُوا آلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَّجْنُونٍ
Ve yekûlûne e innâ le târikû âlihetinâ li şâirin mecnûn(mecnûnin).
"Deli bir şair yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım?" derlerdi.
|
بَلْ جَاء بِالْحَقِّ وَصَدَّقَ الْمُرْسَلِينَ
Bel câe bil hakkı ve saddakal murselîn(murselîne).
Hayır; o, gerçeği getirmiş ve peygamberleri doğrulamıştı.
|
إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الْأَلِيمِ
İnnekum le zâikûl azâbil elîm(elîmi).
Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
|
وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve mâ tuczevne illâ mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Yaptığınızdan başka birşeyle cezalanmayacaksınız.
|
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ
İllâ ibâdallâhil muhlesîn(muhlesîne).
Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.
|
أُوْلَئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَّعْلُومٌ
Ulâike lehum rizkun ma’lûm(ma’lûmun).
41,42,43,44. İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
|
فَوَاكِهُ وَهُم مُّكْرَمُونَ
Fevâkih(fevâkihu), ve hum mukremûn(mukremûne).
41,42,43,44. İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
|
فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ
Fî cennâtin naîm(naîmi).
41,42,43,44. İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
|
عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ
Alâ sururin mutekâbilîn(mutekâbilîne).
41,42,43,44. İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde kendilerine ikram olunur.
|
يُطَافُ عَلَيْهِم بِكَأْسٍ مِن مَّعِينٍ
Yutâfu aleyhim bi ke’sin min maîn(maînin).
45,46,47. Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur.
|
بَيْضَاء لَذَّةٍ لِّلشَّارِبِينَ
Beydâe lezzetin liş şâribîn(şâribîne).
45,46,47. Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur.
|
لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنزَفُونَ
Lâ fîhâ gavlun ve lâ hum anhâ yunzefûn(yunzefûne).
45,46,47. Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen, içenlere zevk bahşeden bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kadehler sunulur.
|
وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ عِينٌ
Ve indehum kâsırâtut tarfı în(înun).
48,49. Yanlarında, örtülü yumurta gibi (bembeyaz), bakışlarını da yalnız eşlerine çevirmiş güzel gözlüler vardır.
|
كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَّكْنُونٌ
Ke enne hunne beydun meknûn(meknûnun).
48,49. Yanlarında, örtülü yumurta gibi (bembeyaz), bakışlarını da yalnız eşlerine çevirmiş güzel gözlüler vardır.
|
فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءلُونَ
Fe akbele ba’duhum alâ ba’dın yetesâelûn(yetesâelûne).
Birbirlerine dönüp sorarlar:
|
قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ إِنِّي كَانَ لِي قَرِينٌ
Kâle kâilun minhum innî kâne lî karîn(karînun).
51,52,53. İçlerinden biri şöyle der: "Benim bir dostum vardı, bana: 'Sen de mi, ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman dirilerek ceza göreceğimizi tasdik edenlerdensin?' derdi."
|
يَقُولُ أَئِنَّكَ لَمِنْ الْمُصَدِّقِينَ
Yekûlu e inneke le minel musaddikîn(musaddikîne).
51,52,53. İçlerinden biri şöyle der: "Benim bir dostum vardı, bana: 'Sen de mi, ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman dirilerek ceza göreceğimizi tasdik edenlerdensin?' derdi."
|
أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَدِينُونَ
E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le medînûn(medînûne).
51,52,53. İçlerinden biri şöyle der: "Benim bir dostum vardı, bana: 'Sen de mi, ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman dirilerek ceza göreceğimizi tasdik edenlerdensin?' derdi."
|
قَالَ هَلْ أَنتُم مُّطَّلِعُونَ
Kâle hel entum muttaliûn(muttaliûne).
Yanındakilere: "Siz onu bilir misiniz?" der.
|
فَاطَّلَعَ فَرَآهُ فِي سَوَاء الْجَحِيمِ
Fettalea fe reâhu fî sevâil cahîm(cahîmi).
Bir bakar onu cehennemin ortasında görür.
|
قَالَ تَاللَّهِ إِنْ كِدتَّ لَتُرْدِينِ
Kâle tallâhi in kidte le turdîn(turdîne).
Ona der ki: "Allah'a and olsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin."
|
وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّي لَكُنتُ مِنَ الْمُحْضَرِينَ
Ve lev lâ ni’metu rabbî le kuntu minel muhdarîn(muhdarîne).
"Eğer Rabbimin lütfu olmasaydı ben de oraya götürülenlerden olurdum."
|
أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ
E fe mâ nahnu bi meyyitîn(meyyitîne).
58,59. "Birinci ölümden sonra bir daha ölmeyeceğiz değil mi? Azap da görmeyeceğiz ha?"
|
إِلَّا مَوْتَتَنَا الْأُولَى وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ
İllâ mevtetenel ûlâ ve mâ nahnu bi muazzebîn(muazzebîne).
58,59. "Birinci ölümden sonra bir daha ölmeyeceğiz değil mi? Azap da görmeyeceğiz ha?"
|
إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
İnne hâzâ le huvel fevzul azîm(azîmu).
İşte büyük kurtuluş şüphesiz budur.
|
لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلْ الْعَامِلُونَ
Li misli hâzâ fel ya’melil âmilûn(âmilûne).
Çalışanlar bunun için çalışsın.
|
أَذَلِكَ خَيْرٌ نُّزُلًا أَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ
E zâlike hayrun nuzulen em şeceretuz zakkûm(zakkûmi).
Konukluk olarak bu mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı?
|
إِنَّا جَعَلْنَاهَا فِتْنَةً لِّلظَّالِمِينَ
İnnâ cealnâhâ fitneten liz zâlimîn(zâlimîne).
Biz o ağacı, zalimler için bir dert yaptık.
|
إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِي أَصْلِ الْجَحِيمِ
İnnehâ şeceretun tahrucu fî aslil cahîm(cahîmi).
O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır.
|
طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُؤُوسُ الشَّيَاطِينِ
Tal’uhâ ke ennehu ruûsuş şeyâtîn(şeyâtîni).
Tomurcukları şeytan başı gibidir.
|
فَإِنَّهُمْ لَآكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِؤُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ
Fe innehum le âkilûne minhâ fe mâliûne min hel butûn(butûni).
İşte cehennemlikler bundan yerler, karınlarını onunla doldururlar.
|
ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِّنْ حَمِيمٍ
Summe inne lehum aleyhâ le şevben min hamîm(hamîmin).
Sonra, üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz onlar içindir.
|
ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى الْجَحِيمِ
Summe inne merciahum le ilel cahîm(cahîmi).
Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir.
|
إِنَّهُمْ أَلْفَوْا آبَاءهُمْ ضَالِّينَ
İnnehum elfev âbâehum dâllîne.
Onlar babalarını şüphesiz sapık kimseler olarak bulmuşlardı.
|
فَهُمْ عَلَى آثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ
Fe hum alâ âsârihim yuhreûn(yuhreûne).
Öyleyken yine de onların izlerinden kovalanırcasına koşturuyorlardı.
|
وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ الْأَوَّلِينَ
Ve lekad dalle kablehum ekserul evvelîn(evvelîne).
Onlardan önce, evvelki ümmetlerin çoğu, and olsun ki sapıtmıştı.
|
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِم مُّنذِرِينَ
Ve lekad erselnâ fî him munzirîn(munzirîne).
And olsun ki, içlerine uyarıcılar göndermiştik.
|
فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنذَرِينَ
Fanzur keyfe kâne âkibetul munzerîn(munzerîne).
Uyarıldığı halde yola gelmeyenlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!
|
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ
İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
Allah'ın, O'na içten bağlanan kulları bunun dışındadır.*
|
وَلَقَدْ نَادَانَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُجِيبُونَ
Ve lekad nâdânâ nûhun fe le ni’mel mucîbûn(mucîbûne).
And olsun ki, Nuh Bize seslenmişti de duasına ne güzel icabet etmiştik.
|
وَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ
Ve necceynâhu ve ehlehu minel kerbil azîm(azîmi).
Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.
|
وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمْ الْبَاقِينَ
Ve cealnâ zurriyyetehu humul bâkîn(bâkîne).
Ancak onun soyunu sürekli kıldık.
|
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ
Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
78,79. Sonra gelenler içinde "Alemlerde, Nuh'a selam olsun" diye ona iyi bir ün bıraktık.
|
سَلَامٌ عَلَى نُوحٍ فِي الْعَالَمِينَ
Selâmun alâ nûhın fîl âlemîn(âlemîne).
78,79. Sonra gelenler içinde "Alemlerde, Nuh'a selam olsun" diye ona iyi bir ün bıraktık.
|
إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
İşte Biz iyi davrananları böyle mükafatlandırırız.
|
إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ
İnnehu min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı.
|
ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ
Summe agraknel âharîn(âharîne).
Sonra, diğerlerini suda boğduk.
|
وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ
Ve inne min şîatihî le ibrâhîm(ibrâhîme).
İbrahim de şüphesiz O'nun yolunda olanlardandı.
|
إِذْ جَاء رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
İz câe rabbehu bi kalbin selîm(selîmin).
Nitekim Rabbine temiz bir kalple geldi.
|
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ
İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâzâ ta’budûn(ta’budûne).
İbrahim babasına ve milletine şöyle demişti: "Nelere kulluk ediyorsunuz?"
|
أَئِفْكًا آلِهَةً دُونَ اللَّهِ تُرِيدُونَ
E ifken âliheten dûnallâhi turîdûn(turîdûne).
"Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?"
|
فَمَا ظَنُّكُم بِرَبِّ الْعَالَمِينَ
Fe mâ zannukum bi rabbil âlemîn(âlemîne).
"Alemlerin Rabbi hakkındaki sanınız nedir?"
|
فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ
Fe nazara nazraten fîn nucûm(nucûmi).
88,89. İbrahim yıldızlara bir göz attı ve "Ben rahatsızım" dedi.
|
فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ
Fe kâle innî sakîm(sakîmun).
88,89. İbrahim yıldızlara bir göz attı ve "Ben rahatsızım" dedi.
|
فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ
Fe tevellev anhu mudbirîn(mudbirîne).
Onu bırakıp gittiler.
|
فَرَاغَ إِلَى آلِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ
Ferâga ilâ âlihetihim fe kâle e lâ te’kulûn(te’kulûne).
91,92. O da onların tanrılarına gizlice yönelip: "Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz? Ne o, konuşmuyor musunuz?" dedi.
|
مَا لَكُمْ لَا تَنطِقُونَ
Mâ lekum lâ tentıkûn(tentıkûne).
91,92. O da onların tanrılarına gizlice yönelip: "Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz? Ne o, konuşmuyor musunuz?" dedi.
|
فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمِينِ
Ferâga aleyhim darben bil yemîn(yemîni).
Sonunda, üzerlerine yürüyüp kuvvetle vurdu.
|
فَأَقْبَلُوا إِلَيْهِ يَزِفُّونَ
Fe akbelû ileyhi yeziffûn(yeziffûne).
Bunun üzerine putperestler koşarak ona geldiler.
|
قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ
Kâle e ta’budûne mâ tenhıtûn(tenhıtûne).
95,96. İbrahim onlara şöyle söyledi: "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır."
|
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ
Vallâhu halakakum ve mâ ta’melûn(ta’melûne).
95,96. İbrahim onlara şöyle söyledi: "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa sizi de, yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır."
|
قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَأَلْقُوهُ فِي الْجَحِيمِ
Kâlûbnû lehu bunyânen fe elkûhu fîl cahîm(cahîmi).
Putperestler: "Onun için bir yapı yapın da onu oradan ateşin içine atın" dediler.
|
فَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَسْفَلِينَ
Fe erâdû bihî keyden fe cealnâ humul esfelîn(esfelîne).
Ona düzen kurmak istediler, ama Biz onları altettik.
|
وَقَالَ إِنِّي ذَاهِبٌ إِلَى رَبِّي سَيَهْدِينِ
Ve kâle innî zâhibun ilâ rabbî seyehdîn(seyehdîni).
İbrahim: "Doğrusu ben Rabbim uğrunda sizi bırakıp gidiyorum; O beni doğru yola eriştirir" dedi.
|
رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ
Rabbi heb lî mines sâlihîn(sâlihîne).
"Rabbim! Bana iyilerden olacak bir çocuk ver" diye yalvardı.
|
فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ
Fe beşşernâhu bi gulâmin halîm(halîmin).
Biz de ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik.
|
فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانظُرْ مَاذَا تَرَى قَالَ يَا أَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ
Fe lemmâ belega meahus sa’ye kâle yâ buneyye innî erâ fîl menâmi ennî ezbehuke fanzur mâzâ terâ, kâle yâ ebetif’al mâ tû’meru setecidunî inşâallâhu mines sâbirîn(sâbirîne).
Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca: "Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?" dedi. "Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin" dedi.
|
فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ
Fe lemmâ eslemâ ve tellehu lil cebîn(cebîni).
103,104,105. Böylece ikisi de Allah' a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: "Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız" diye seslendik.
|
وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَا إِبْرَاهِيمُ
Ve nâdeynâhu en yâ ibrâhîm(ibrâhîmu).
103,104,105. Böylece ikisi de Allah' a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: "Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız" diye seslendik.
|
قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
Kad saddakter ru’yâ, innâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
103,104,105. Böylece ikisi de Allah' a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: "Ey İbrahim! Rüyayı gerçek yaptın; işte biz iyi davrananları böylece mükafatlandırırız" diye seslendik.
|
إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْبَلَاء الْمُبِينُ
İnne hâzâ le huvel belâul mubîn(mubînu).
Doğrusu bu apaçık bir deneme idi.
|
وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ
Ve fedeynâhu bi zibhın azîm(azîmin).
Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.
|
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ
Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
108,109. Sonra gelenler içinde "İbrahim'e selam olsun" diye ona iyi bir ün bıraktık.
|
سَلَامٌ عَلَى إِبْرَاهِيمَ
Selâmun alâ ibrâhîm(ibrâhîme).
108,109. Sonra gelenler içinde "İbrahim'e selam olsun" diye ona iyi bir ün bıraktık.
|
كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
Kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
İşte iyileri böylece mükafatlandırırız.
|
إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ
İnnehu min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
Doğrusu o, inanmış kullarımızdandı.
|
وَبَشَّرْنَاهُ بِإِسْحَقَ نَبِيًّا مِّنَ الصَّالِحِينَ
Ve beşşernâhu bi ishâka nebiyyen mines sâlihîn(sâlihîne).
Ona, iyilerden olan İshak'ı peygamber olarak müjdeledik.
|
وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَى إِسْحَقَ وَمِن ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ مُبِينٌ
Ve bâreknâ aleyhi ve alâ ishâk(ishâka), ve min zurriyyetihimâ muhsinun ve zâlimun li nefsihi mubîn(mubînun).
Kendisini ve İshak'ı mübarek kıldık; ikisinin soyundan iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık eden de vardır.*
|
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ
Ve lekad menennâ alâ mûsâ ve hârûn(hârûne).
And olsun ki Musa ve Harun'a da iyilikte bulunmuştuk.
|
وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ
Ve necceynâ humâ ve kavme humâ minel kerbil azîm(azîmi).
İkisini ve milletlerini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.
|
وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ
Ve nasarnâhum fe kânû humul gâlibîn(gâlibîne).
Onlara yardım etmiştik de üstün gelmişlerdi.
|
وَآتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ
Ve âteynâ humel kitâbel mustebîn(mustebîne).
Her ikisine de, apaçık anlaşılan bir Kitap vermiştik.
|
وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ
Ve hedeynâ humes sırâtal mustekîm(mustekîme).
Her ikisini de doğru yola eriştirmiştik.
|
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْآخِرِينَ
Ve tereknâ aleyhimâ fîl âhirîn(âhirîne).
119,120. Sonra gelenler içinde "Musa ve Harun'a selam olsun" diye iyi birer ün bıraktık.
|
سَلَامٌ عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ
Selâmun alâ mûsâ ve hârûn(hârûne).
119,120. Sonra gelenler içinde "Musa ve Harun'a selam olsun" diye iyi birer ün bıraktık.
|
إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
Doğrusu Biz, iyileri böylece mükafatlandırırız.
|
إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ
İnne humâ min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
İkisi de şüphesiz inanmış kullarımızdandı.
|
وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنْ الْمُرْسَلِينَ
Ve inne ilyâse le minel murselîn(murselîne).
Doğrusu İlyas da peygamberlerdendir.
|
إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَلَا تَتَّقُونَ
İz kâle li kavmihî e lâ tettekûn(tettekûne).
124,125,126. Milletine: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Biçim verenlerin en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Baal putuna mı taparsınız?" demişti.
|
أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ
Eted’ûne ba’len ve tezerûne ahsenel hâlikîn(hâlikîne).
124,125,126. Milletine: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Biçim verenlerin en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Baal putuna mı taparsınız?" demişti.
|
وَاللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ
Allâhe rabbekum ve rabbe âbâikumul evvelîn(evvelîne).
124,125,126. Milletine: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Biçim verenlerin en iyisi olan, sizin de Rabbiniz, önceki babalarınızın da Rabbi bulunan Allah'ı bırakıp da Baal putuna mı taparsınız?" demişti.
|
فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ
Fe kezzebûhu fe inne hum le muhdarûn(muhdarûne).
127,128. Bunun üzerine onu yalanlamışlardı. Allah'ın O'na içten bağlı kulları bir yana, bunların hepsi cehenneme götürüleceklerdi.
|
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ
İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
127,128. Bunun üzerine onu yalanlamışlardı. Allah'ın O'na içten bağlı kulları bir yana, bunların hepsi cehenneme götürüleceklerdi.
|
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ
Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).
129,130. Sonra gelenler içinde, "İlyas'a selam olsun" diye bir ün bıraktık.
|
سَلَامٌ عَلَى إِلْ يَاسِينَ
Selâmun alâ ilyâsîn(ilyâsîne).
129,130. Sonra gelenler içinde, "İlyas'a selam olsun" diye bir ün bıraktık.
|
إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).
Doğrusu Biz iyileri böylece mükafatlandırırız.
|
إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ
İnnehu min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).
O, inanmış kullarımızdandı.
|
وَإِنَّ لُوطًا لَّمِنَ الْمُرْسَلِينَ
Ve inne lûtan le minel murselîn(murselîne).
Şüphesiz Lut da peygamberlerdendir.
|
إِذْ نَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ
İz necceynâhu ve ehlehû ecmaîn(ecmaîne).
134,135. Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lut'u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık.
|
إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ
İllâ acûzen fîl gâbirîn(gâbirîne).
134,135. Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lut'u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık.
|
ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ
Summe demmernel âharîn(âharîne).
Sonra diğerlerini yok etmiştik.
|
وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِم مُّصْبِحِينَ
Ve innekum le temurrûne aleyhim musbihîn(musbihîne).
137,138. Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?*
|
وَبِاللَّيْلِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
Ve bil leyl(leyli), e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne).
137,138. Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?*
|
وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ
Ve inne yûnuse le minel murselîn(murselîne).
Doğrusu Yunus da peygamberlerdendir.
|
إِذْ أَبَقَ إِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ
İz ebeka ilel fulkil meşhûn(meşhûni).
Dolu bir gemiye kaçmıştı.
|
فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنْ الْمُدْحَضِينَ
Fe sâheme fe kâne minel mudhadîn(mudhadîne).
Gemide olanlarla karşılıklı kura çekmişti de yenilenlerden olmuştu, bu sebeple denize atılmıştı.
|
فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ
Feltekamehul hûtu ve huve mulîm(mulîmun).
Kendini kınarken onu bir balık yutmuştu.
|
فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنْ الْمُسَبِّحِينَ
Fe lev lâ ennehu kâne minel musebbihîn(musebbihîne).
143,144. Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.
|
لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Le lebise fî batnihî ila yevmi yub’asûn(yub’asûne).
143,144. Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.
|
فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَاء وَهُوَ سَقِيمٌ
Fe nebeznâhu bil arâi ve huve sakîm(sakîmun).
Halsiz bir halde iken kendisini sahile çıkardık.
|
وَأَنبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِّن يَقْطِينٍ
Ve enbetnâ aleyhi şecereten min yaktîn(yaktînin).
Onun için, geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik.
|
وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ
Ve erselnâhu ilâ mieti elfin ev yezîdûn(yezidûne).
Onu, yüzbin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.
|
فَآمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ
Fe âmenû fe metta’nâhum ilâ hîn(hînin).
Sonunda ona inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.
|
فَاسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَ
Festeftihim e li rabbikel benâtu ve lehumul benûn(benûne).
Putperestlere sor, kızlar senin Rabbinin de erkekler onların mı?
|
أَمْ خَلَقْنَا الْمَلَائِكَةَ إِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ
Em halaknel melâikete inâsen ve hum şâhidûn(şâhidûne).
Yoksa melekleri kız olarak yarattığımızda onlar hazır mı idiler?
|
أَلَا إِنَّهُم مِّنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ
E lâ innehum min ifkihim le yekûlûn(yekûlûne).
151,152. Dikkat edin; doğrusu onlar yalan uydurup söylüyorlar, "Allah doğurdu" diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.
|
وَلَدَ اللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
Veledallâhu ve innehum le kâzibûn(kâzibûne).
151,152. Dikkat edin; doğrusu onlar yalan uydurup söylüyorlar, "Allah doğurdu" diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.
|
أَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَنِينَ
Astafel benâti alel benîn(benîne).
Allah kızları, oğullara tercih mi etmiş?
|
مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
Mâ lekum, keyfe tahkumûn(tahkumûne).
Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz?
|
أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
E fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hiç düşünmez misiniz?
|
أَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُّبِينٌ
Em lekum sultânun mubîn(mubînun).
Yoksa apaçık bir deliliniz mi var?
|
فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Fe’tû bi kitâbikum in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
Doğru sözlülerden iseniz, kitabınızı getirin bakalım.
|
وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًا وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ
Ve cealû beynehu ve beynel cinneti nesebâ(neseben), ve lekad alimetil cinnetu innehum le muhdarûn(muhdarûne).
Allah'la cinler (melekler) arasında da bir soy bağı icadettiler. And olsun ki, cinler de, kendilerinin (bunu söyleyenlerin) hesap yerine götürüleceklerini bilirler.
|
سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
Subhânallâhi ammâ yasifûn(yasifûne).
Allah onların vasıflandırmalarından münezzehtir.
|
إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ
İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
Allah'ın içten bağlı kulları bunların dışındadır.
|
فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ
Fe innekum ve mâ ta’budûn(ta’budûne).
161,162,163. Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah'a karşı azdırıcı değilsiniz.
|
مَا أَنتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِنِينَ
Mâ entum aleyhi bi fâtinîn(fâtinîne).
161,162,163. Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah'a karşı azdırıcı değilsiniz.
|
إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَحِيمِ
İllâ men huve sâlil cahîm(cahîmi).
161,162,163. Sizler ve taptığınız şeyler, cehenneme girecek kimseden başkasını Allah'a karşı azdırıcı değilsiniz.
|
وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَّعْلُومٌ
Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun ma’lûm(ma’lûmun).
164,165,166. Melekler şöyle derler: "Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih edenleriz."
|
وَإِنَّا لَنَحْنُ الصَّافُّونَ
Ve innâ le nahnus sâffûn(sâffûne).
164,165,166. Melekler şöyle derler: "Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih edenleriz."
|
وَإِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ
Ve innâ le nahnul musebbihûn(musebbihûne).
164,165,166. Melekler şöyle derler: "Bizim her birimizin bilinen bir makamı vardır. Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız, şüphesiz biz Allah'ı tesbih edenleriz."
|
وَإِنْ كَانُوا لَيَقُولُونَ
Ve in kânû le yekûlûn(yekûlûne).
167,168,169. Putperestler: "Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah'ın O'na içten bağlanan kulları olurduk" derlerdi.
|
لَوْ أَنَّ عِندَنَا ذِكْرًا مِّنْ الْأَوَّلِينَ
Lev enne indenâ zikren minel evvelîn(evvelîne).
167,168,169. Putperestler: "Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah'ın O'na içten bağlanan kulları olurduk" derlerdi.
|
لَكُنَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ
Le kunnâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).
167,168,169. Putperestler: "Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir kitap olsaydı, Allah'ın O'na içten bağlanan kulları olurduk" derlerdi.
|
فَكَفَرُوا بِهِ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Fe keferû bih(bihî), fe sevfe ya’lemûn(ya’lemûne).
Böyleyken O'nu inkar ettiler. Ama bileceklerdir.
|
وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا الْمُرْسَلِينَ
Ve lekad sebekat kelimetunâ li ibâdinel murselîn(murselîne).
And olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir.
|
إِنَّهُمْ لَهُمُ الْمَنصُورُونَ
İnnehum le humul mensûrûn(mensûrûne).
Onlar şüphesiz yardım göreceklerdir.
|
وَإِنَّ جُندَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ
Ve inne cundenâ le humul gâlibûn(gâlibûne).
Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
|
فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ
Fe tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
Bir süreye kadar onlara aldırış etme.
|
وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ
Ve ebsirhum fe sevfe yubsirûn(yubsirûne).
Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir.
|
أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ
E fe bi azâbinâ yesta’cilûn(yesta’cilûne).
Azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar?
|
فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَاء صَبَاحُ الْمُنذَرِينَ
Fe izâ nezele bisâhatihim fe sâe sabâhul munzerîn(munzerîne).
O azap, yurtlarına indiğinde, uyarılan fakat yola gelmeyenlerin sabahı ne kötü olur!
|
وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ
Ve tevelle anhum hattâ hîn(hînin).
Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
|
وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ
Ve ebsir fe sevfe yubsirûn(yubsırûne).
İnecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir.
|
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
Subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn(yasifûne).
Senin güçlü olan Rabbin, onların vasıflandırmalarından münezzehtir.
|
وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ
Ve selâmun alel murselîn(murselîne).
Ve selam, peygamberleredir.
|
وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Vel hamdu lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).
Hamd de Alemlerin Rabbi Allah'adır.*
|