قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
Kad eflehal mu’minun(mu’minune).
Müminler saadete ermişlerdir.
|
الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
Ellezîne hum fî salâtihim hâşiûn(hâşiûne).
Onlar namazda huşu içindedirler.
|
وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
Vellezîne hum anil lagvi mu’ridûn(mu’ridûne).
Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.
|
وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ
Vellezîne hum liz zekâti fâilûn(fâilûne).
Onlar zekatlarını verirler.
|
وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ
Vellezîne hum li furûcihim hâfizûn(hâfizûne).
5,6. Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar yerilemezler.
|
إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ
İllâ alâ ezvâcihim ev mâ meleket eymânuhum fe innehum gayru melûmîn(melûmîne).
5,6. Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar yerilemezler.
|
فَمَنِ ابْتَغَى وَرَاء ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْعَادُونَ
Fe menibtegâ verâe zâlike fe ulâike humul âdûn(âdûne).
Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.
|
وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ
Vellezîne hum li emânâtihim ve ahdihim râûn(râûne).
Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.
|
وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ
Vellezîne hum alâ salavâtihim yuhâfızûn(yuhâfızûne).
Namazlarına riayet ederler.
|
أُوْلَئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَ
Ulâike humul vârisûn(vârisûne).
10,11. İşte onlar, temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olanlardır.
|
الَّذِينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Ellezîne yerisûnel firdevs(firdevse), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
10,11. İşte onlar, temelli kalacakları Firdevs cennetine varis olanlardır.
|
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ مِن سُلَالَةٍ مِّن طِينٍ
Ve lekad halaknal insâne min sulâletin min tîn(tînin).
And olsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık.
|
ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَّكِينٍ
Summe cealnâhu nutfeten fî karârin mekîn(mekînin).
Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik.
|
ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
Summe halaknen nutfete alakaten fe halaknel alakate mudgaten fe halaknel mudgate ızâmen fe kesevnel izâme lahmen summe enşe'nâhu halkan âhar(âhara), fe tebârekallâhu ahsenul hâlikîn(hâlikîne).
Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık: Biçim verenlerin en güzeli olan Allah ne uludur!
|
ثُمَّ إِنَّكُمْ بَعْدَ ذَلِكَ لَمَيِّتُونَ
Summe innekum ba'de zâlike le meyyitûn(meyyitûne).
Sizler, bütün bunlardan sonra ölürsünüz.
|
ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تُبْعَثُونَ
Summe innekum yevmel kıyâmeti tub’asûn(tub’asûne).
Şüphesiz kıyamet günü tekrar diriltilirsiniz.
|
وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَائِقَ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِلِينَ
Ve lekad halaknâ fevkakum seb'a tarâika ve mâ kunnâ anil halkı gâfilîn(gâfilîne).
And olsun ki, üstünüzde yedi tabaka yarattık. Biz, yarattığımızdan habersiz değiliz.
|
وَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَأَسْكَنَّاهُ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ
Ve enzelnâ mines semâi mâen bi kaderin fe eskennâhu fîl ardı ve innâ alâ zehâbin bihî le kâdirûn(kâdirûne).
Gökten suyu ölçülü indirdik de, onu yerde durdurduk. Şüphesiz onu gidermeye de kadiriz.
|
فَأَنشَأْنَا لَكُم بِهِ جَنَّاتٍ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ لَّكُمْ فِيهَا فَوَاكِهُ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ
Fe enşe’nâ lekum bihî cennâtin min nahîlin ve a’nâb(a’nâbin), lekum fîhâ fevâkihu kesîretun ve minhâ te’kulûn(te’kulûne).
19,20. Onunla, içinde, yediğiniz birçok meyvalar bulunan hurmalık ve üzüm bağları, Tur-i Sina'da yetişen, yiyenlere, yağ ve katık veren zeytin ağacını var ettik.
|
وَشَجَرَةً تَخْرُجُ مِن طُورِ سَيْنَاء تَنبُتُ بِالدُّهْنِ وَصِبْغٍ لِّلْآكِلِينَ
Ve şecereten tahrucu min tûri seynâe tenbutu bid duhni ve sıbgın lil âkilîn(âkilîne).
19,20. Onunla, içinde, yediğiniz birçok meyvalar bulunan hurmalık ve üzüm bağları, Tur-i Sina'da yetişen, yiyenlere, yağ ve katık veren zeytin ağacını var ettik.
|
وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُّسقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِهَا وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ
Ve inne lekum fil en’âmi le ibreh(ibreten), nuskîkum mimmâ fî butûnihâ ve lekum fîhâ menâfiu kesîretun ve minhâ te’kulûn(te’kulûne).
Ehli hayvanlarda size ders vardır; onlardan çıkan sütten size içiririz; onlarda daha birçok menfaatiniz vardır. Onlardan yersiniz.
|
وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ
Ve aleyhâ ve alel fulki tuhmelûn(tuhmelûne).
Hem onların ve hem de gemilerin üzerinde taşınırsınız.*
|
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ
Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî fe kâle yâ kavmi’ budullâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), e fe lâ tettekûn(tettekûne).
And olsun ki Nuh'u milletine gönderdik; onlara: "Ey milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka tanrınız yoktur; sakınmaz mısınız?" dedi.
|
فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِن قَوْمِهِ مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُرِيدُ أَن يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْ وَلَوْ شَاء اللَّهُ لَأَنزَلَ مَلَائِكَةً مَّا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي آبَائِنَا الْأَوَّلِينَ
Fe kâlel meleullezîne keferû min kavmihî mâ hâzâ illâ beşerun mıslukum yurîdu en yetefaddale aleykum, ve lev şâallâhu le enzele melâikeh(melâiketen), mâ semi’nâ bi hâzâ fî âbâinel evvelîn(evvelîne).
24,25. Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle birşey işitmedik. Bu adamda nedense biraz delilik var, bir süreye kadar onu gözetleyin" dediler.
|
إِنْ هُوَ إِلَّا رَجُلٌ بِهِ جِنَّةٌ فَتَرَبَّصُوا بِهِ حَتَّى حِينٍ
İn huve illâ raculun bihî cinnetun fe terabbasû bihî hattâ hîn(hînin).
24,25. Milletinin inkarcı ileri gelenleri: "Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle birşey işitmedik. Bu adamda nedense biraz delilik var, bir süreye kadar onu gözetleyin" dediler.
|
قَالَ رَبِّ انصُرْنِي بِمَا كَذَّبُونِ
Kâle rabbinsurnî bimâ kezzebûn(kezzebûni).
Nuh: "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et" dedi.
|
فَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ أَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَإِذَا جَاء أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ فَاسْلُكْ فِيهَا مِن كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَن سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْ وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُم مُّغْرَقُونَ
Fe evhaynâ ileyhi enısnaıl fulke bi a’yuninâ ve vahyinâ fe izâ câe emrunâ ve fâret tennûru fesluk fîhâ min kullin zevceynisneyni ve ehleke illâ men sebeka aleyhil kavlu minhum, ve lâ tuhâtıbnî fîllezîne zalemû, innehum mugrakûn(mugrakûne).
Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: "Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap; buyruğumuz gelip tandırdan sular kaynayınca her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu alıp gemiye bindir. Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır."
|
فَإِذَا اسْتَوَيْتَ أَنتَ وَمَن مَّعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي نَجَّانَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Fe izesteveyte ente ve men meake alel fulki fe kulil hamdu lillâhillezî neccânâ minel kavmiz zâlimîn(zâlimîne).
Ey Nuh! Sen ve beraberindekiler gemiye yerleşince: "Bizi zalim milletten kurtaran Allah'a hamdolsun" de.
|
وَقُل رَّبِّ أَنزِلْنِي مُنزَلًا مُّبَارَكًا وَأَنتَ خَيْرُ الْمُنزِلِينَ
Ve kul rabbi enzilnî munzelen mubâreken ve ente hayrul munzilîn(munzilîne).
"Rabbim! Beni mübarek bir yere indir. Sen indirenlerin en iyisisin" de.
|
إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ وَإِن كُنَّا لَمُبْتَلِينَ
İnne fî zâlike le âyâtin ve in kunnâ le mubtelîn(mubtelîne).
Doğrusu bunlarda dersler vardır. Biz şüphesiz insanları denemekteyiz.
|
ثُمَّ أَنشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ
Summe enşe’nâ min ba’dihim karnen âharîn(âharîne).
Bunların ardından başka nesiller varettik.
|
فَأَرْسَلْنَا فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ
Fe erselnâ fîhim resûlen minhum eni’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), e fe lâ tettekûn(tettekûne).
Onlara aralarından: "Allah"a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yoktur, sakınmaz mısınız?" diyen bir elçi gönderdik.*
|
وَقَالَ الْمَلَأُ مِن قَوْمِهِ الَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِلِقَاء الْآخِرَةِ وَأَتْرَفْنَاهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يَأْكُلُ مِمَّا تَأْكُلُونَ مِنْهُ وَيَشْرَبُ مِمَّا تَشْرَبُونَ
Ve kâlel meleu min kavmihillezîne keferû ve kezzebû bi likâil âhıreti ve etrafnâhum fîl hayâtid dunyâ mâ hâzâ illâ beşerun mislukum ye’kulu mimmâ te’kulûne minhu yeşrebu mimmâ teşrabûn(teşrabûne).
Onun, inkarcı ve ahirete kavuşmayı yalanlayan milletinin ileri gelenleri ki Biz onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik şöyle dediler: "Bu, yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka birşey değildir."
|
وَلَئِنْ أَطَعْتُم بَشَرًا مِثْلَكُمْ إِنَّكُمْ إِذًا لَّخَاسِرُونَ
Ve lein eta’tum beşeren mislekum innekum izen le hâsirûn(hâsirûne).
"Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz hüsrana uğrayacağınızda hiç şüphe yoktur."
|
أَيَعِدُكُمْ أَنَّكُمْ إِذَا مِتُّمْ وَكُنتُمْ تُرَابًا وَعِظَامًا أَنَّكُم مُّخْرَجُونَ
E yaıdukum ennekum izâ mittum ve kuntum turâben ve izâmen ennekum muhracûn(muhracûne).
"Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar dirilmenizle sizi tehdit mi ediyor?"
|
هَيْهَاتَ هَيْهَاتَ لِمَا تُوعَدُونَ
Heyhâte heyhâte limâ tûadûn(tûadûne).
"Oysa tehdit edildiğiniz şey ne kadar, hem de ne kadar uzak!"
|
إِنْ هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثِينَ
İn hiye illâ hayâtuned dunyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ nahnu bi meb’ûsîn(meb’ûsîne).
"Hayat ancak bu dünyadakidir. Ölürüz ve yaşarız (kimimiz ölür kimimiz doğar); tekrar diriltilmeyiz."
|
إِنْ هُوَ إِلَّا رَجُلٌ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا وَمَا نَحْنُ لَهُ بِمُؤْمِنِينَ
İn huve illâ raculunifterâ alâllâhi keziben ve mâ nahnu lehu bi mu’minîn(mu’minîne).
"Bu, sadece Allah'a karşı yalan uyduranın biridir. Biz ona inanmayız."
|
قَالَ رَبِّ انصُرْنِي بِمَا كَذَّبُونِ
Kâle rabbinsurnî bimâ kezzebûn(kezzebûni).
O peygamber: "Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et" dedi.
|
قَالَ عَمَّا قَلِيلٍ لَيُصْبِحُنَّ نَادِمِينَ
Kâle ammâ kalîlin le yusbihunne nâdimîn(nâdimîne).
Allah da: "Az sonra pişman olacaklar" buyurdu.
|
فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ بِالْحَقِّ فَجَعَلْنَاهُمْ غُثَاء فَبُعْدًا لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Fe ehazethumus sayhatu bil hakkı fe cealnâhum gusâen, fe bu’den lil kavmiz zâlimîn(zâlimîne).
Gerçekten, onları bir çığlık yakaladı ve onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden millet, rahmetden ırak olsun!
|
ثُمَّ أَنشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قُرُونًا آخَرِينَ
Summe enşe’nâ min ba’dihim kurûnen âharîn(âharîne).
Ardlarından başka nesiller varettik.
|
مَا تَسْبِقُ مِنْ أُمَّةٍ أَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ
Mâ tesbiku min ummetin ecelehâ ve mâ yeste’hırûn(yeste’hırûne).
Hiçbir ümmet, kendi süresini ne çabuklaştırabilir ve ne de geciktirebilir.
|
ثُمَّ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَا كُلَّ مَا جَاء أُمَّةً رَّسُولُهَا كَذَّبُوهُ فَأَتْبَعْنَا بَعْضَهُم بَعْضًا وَجَعَلْنَاهُمْ أَحَادِيثَ فَبُعْدًا لِّقَوْمٍ لَّا يُؤْمِنُونَ
Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra birbiri peşinden peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe onu yalancı saydılar. Onları birbiri peşinden yok edip hepsini birer efsane yaptık. İnanmayan millet, rahmetden ırak olsun!
|
ثُمَّ أَرْسَلْنَا مُوسَى وَأَخَاهُ هَارُونَ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِينٍ
Summe erselnâ mûsâ ve ehâhu hârûne bi âyâtinâ ve sultânin mubîn(mubînin).
45,46. Sonra Musa ve kardeşi Harun'u, Firavun ve erkanına mucizelerimiz ve apaçık delille gönderdik. Büyüklük tasladılar. Zaten mağrur bir topluluktular.
|
إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا عَالِينَ
İlâ fir’avne ve meleihî festekberû ve kânû kavmen âlîn(âlîne).
45,46. Sonra Musa ve kardeşi Harun'u, Firavun ve erkanına mucizelerimiz ve apaçık delille gönderdik. Büyüklük tasladılar. Zaten mağrur bir topluluktular.
|
فَقَالُوا أَنُؤْمِنُ لِبَشَرَيْنِ مِثْلِنَا وَقَوْمُهُمَا لَنَا عَابِدُونَ
Fe kâlû e nu’minu li beşereyni mislinâ ve kavmuhumâ lenâ âbidûn(âbidûne).
47,48. Bu yüzden: "Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?" deyip onları yalancı saydılar. Bu yüzden yok edildiler.
|
فَكَذَّبُوهُمَا فَكَانُوا مِنَ الْمُهْلَكِينَ
Fe kezzebûhumâ fe kânû minel muhlekîn(muhlekîne).
47,48. Bu yüzden: "Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?" deyip onları yalancı saydılar. Bu yüzden yok edildiler.
|
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ
Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe leallehum yehtedûn(yehtedûne).
And olsun ki Musa'ya, doğru yola girsinler diye Kitap verdik.
|
وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ آيَةً وَآوَيْنَاهُمَا إِلَى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعِينٍ
Ve cealnebne meryeme ve ummehû âyeten ve âveynâhumâ ilâ rabvetin zâti karârin ve maîn(maînin).
Meryem oğlunu da, annesini de mucize kıldık. Her ikisini de, pınarı bulunan, oturmaya elverişli yüksek bir yere yerleştirdik.*
|
يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
Yâ eyyuher rusulu kulû minet tayyibâti va’melû sâlihâ(sâlihan), innî bimâ ta’melûne alîm(alîmun).
Ey Peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu Ben, yaptığınızı bilirim.
|
وَإِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاتَّقُونِ
Ve inne hâzihî ummetukum ummeten vâhıdeten ve ene rabbukum fettekûn(fettekûni).
Şüphesiz bu Müslümanlık, bir tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de Rabbinizim; öyleyse Benden sakının.
|
فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
Fe tekattaû emrehum beynehum zuburâ(zuburan), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
Ama insanlar din konusunda aralarında bölük bölük oldular. Her bölük kendi tuttuğu yoldan memnundur.
|
فَذَرْهُمْ فِي غَمْرَتِهِمْ حَتَّى حِينٍ
Fe zerhum fî gamratihim hattâ hîn(hînin).
Onları bir süreye kadar sapıklıklarıyla başbaşa bırak.
|
أَيَحْسَبُونَ أَنَّمَا نُمِدُّهُم بِهِ مِن مَّالٍ وَبَنِينَ
E yahsebûne ennemâ numidduhum bihî min mâlin ve benîn(benîne).
55,56. Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır; farkında değiller.
|
نُسَارِعُ لَهُمْ فِي الْخَيْرَاتِ بَل لَّا يَشْعُرُونَ
Nusâriu lehum fîl hayrât(hayrâti) bel lâ yeş’urûn(yeş’urûne).
55,56. Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır; farkında değiller.
|
إِنَّ الَّذِينَ هُم مِّنْ خَشْيَةِ رَبِّهِم مُّشْفِقُونَ
İnnellezîne hum min haşyeti rabbihim muşfikûn(muşfikûne).
57,58,59,60,61. Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalbleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler.
|
وَالَّذِينَ هُم بِآيَاتِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ
Vellezîne hum bi âyâti rabbihim yu’minûn(yu’minûne).
57,58,59,60,61. Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalbleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler.
|
وَالَّذِينَ هُم بِرَبِّهِمْ لَا يُشْرِكُونَ
Vellezîne hum bi rabbihim lâ yuşrikûn(yuşrikûne).
57,58,59,60,61. Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalbleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler.
|
وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوا وَّقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ
Vellezîne yu’tûne mâ âtev ve kulûbuhum veciletun ennehum ilâ rabbihim râciûn(râciûne).
57,58,59,60,61. Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalbleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler.
|
أُوْلَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ
Ulâike yusâriûne fîl hayrâti ve hum lehâ sâbikûn(sâbikûne).
57,58,59,60,61. Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalbleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler.
|
وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنطِقُ بِالْحَقِّ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Ve lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve ledeynâ kitâbun yantıku bil hakkı ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
|
بَلْ قُلُوبُهُمْ فِي غَمْرَةٍ مِّنْ هَذَا وَلَهُمْ أَعْمَالٌ مِن دُونِ ذَلِكَ هُمْ لَهَا عَامِلُونَ
Bel kulûbuhum fî gamratin min hâzâ ve lehum a’mâlun min dûni zâlike hum lehâ âmilûn(âmilûne).
Ama, kafirlerin kalbleri bundan habersizdir. Bundan başka da onların yapageldikleri işler de vardır.
|
حَتَّى إِذَا أَخَذْنَا مُتْرَفِيهِم بِالْعَذَابِ إِذَا هُمْ يَجْأَرُونَ
Hattâ izâ ehaznâ mutrafîhim bil âzâbi izâ hum yec’erûn(yec’erûne).
Sonunda şımarık varlıklılarını azabla yakaladığımız zaman feryat ederler.
|
لَا تَجْأَرُوا الْيَوْمَ إِنَّكُم مِّنَّا لَا تُنصَرُونَ
Lâ tec’erûl yevme innekum minnâ lâ tunsarûn(tunsarûne).
Onlara şöyle deriz: "Bugün feryat etmeyin, doğrusu katımızdan bir yardım görmezsiniz."
|
قَدْ كَانَتْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَكُنتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ تَنكِصُونَ
Kad kânet âyâtî tutlâ aleykum fe kuntum alâ a’kâbikum tenkisûn(tenkisûne).
66,67. "Ayetlerim size okunduğunda büyüklük taslayıp, gece ağzınıza geleni söyleyerek ardınıza dönüyordunuz."
|
مُسْتَكْبِرِينَ بِهِ سَامِرًا تَهْجُرُونَ
Mustekbirîne bihî sâmiran tehcurûn(tehcurûne).
66,67. "Ayetlerim size okunduğunda büyüklük taslayıp, gece ağzınıza geleni söyleyerek ardınıza dönüyordunuz."
|
أَفَلَمْ يَدَّبَّرُوا الْقَوْلَ أَمْ جَاءهُم مَّا لَمْ يَأْتِ آبَاءهُمُ الْأَوَّلِينَ
E fe lem yeddebberûl kavle em câehum mâ lem ye’ti âbâehumul evvelîn(evvelîne).
Söyleneni hiç düşünmezler mi? Yoksa onlara, ilk atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?
|
أَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنكِرُونَ
Em lem ya’rifû resûlehum fe hum lehu munkirûn(munkirûne).
Veya peygamberlerini tanımadılar da; bu yüzden mi onu inkar ediyorlar?
|
أَمْ يَقُولُونَ بِهِ جِنَّةٌ بَلْ جَاءهُم بِالْحَقِّ وَأَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ
Em yekûlûne bihî cinneh(cinnetun), bel câehum bil hakkı ve ekseruhum lil hakkı kârihûn(kârihûne).
Ya da: "Onda delilik var" diyorlar öyle mi? Hayır; onlara gerçeği getirmiştir, ama çoğu ondan hoşlanmamaktadır.
|
وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ بَلْ أَتَيْنَاهُم بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَن ذِكْرِهِم مُّعْرِضُونَ
Ve levittebeal hakku ehvâehum le fesedetis semâvâtu vel ardu ve men fî hinn(hinne), bel eteynâhum bi zikrihim fe hum an zikrihim mu’ridûn(mu’ridûne).
Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulananlar bozulup giderdi. Onlara, kendilerine öğüt veren bir şey getirdik; onlar ise öğütlerinden yüz çevirirler.
|
أَمْ تَسْأَلُهُمْ خَرْجًا فَخَرَاجُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ
Em tes’eluhum harcen fe haracu rabbike hayrun ve huve hayrur râzikîn(râzikîne).
Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ecri daha iyidir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
|
وَإِنَّكَ لَتَدْعُوهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Ve inneke le ted’ûhum ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).
73,74. Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun ama, ahirete inanmayanlar bu yoldan sapmaktadırlar.
|
وَإِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ عَنِ الصِّرَاطِ لَنَاكِبُونَ
Ve innellezîne lâ yu’minûne bil âhıreti anis sırâtı le nâkibûn(nâkibûne).
73,74. Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun ama, ahirete inanmayanlar bu yoldan sapmaktadırlar.
|
وَلَوْ رَحِمْنَاهُمْ وَكَشَفْنَا مَا بِهِم مِّن ضُرٍّ لَّلَجُّوا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Ve lev rahımnâhum ve keşefnâ mâ bihim min durrin le leccû fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Biz onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlar.
|
وَلَقَدْ أَخَذْنَاهُم بِالْعَذَابِ فَمَا اسْتَكَانُوا لِرَبِّهِمْ وَمَا يَتَضَرَّعُونَ
Ve lekad ehaznâhum bil azâbi fe mestekânû li rabbihim ve mâ yetedarreûn(yetedarreûne).
And olsun ki, Biz onları azabla yakalamıştık, yine de Rablerine boyun eğmemiş ve yakarmamışlardı.
|
حَتَّى إِذَا فَتَحْنَا عَلَيْهِم بَابًا ذَا عَذَابٍ شَدِيدٍ إِذَا هُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ
Hattâ izâ fetahnâ aleyhim bâben zâ azâbin şedîdin izâ hum fîhi mublisûn(mublisûne).
Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler.*
|
وَهُوَ الَّذِي أَنشَأَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ
Ve huvellezî enşee lekumus sem’a vel ebsâra vel ef’ideh(ef’idete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Oysa, sizin için kulaklar, gözler ve kalbler vareden O'dur. Pek az şükrediyorsunuz.
|
وَهُوَ الَّذِي ذَرَأَكُمْ فِي الْأَرْضِ وَإِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
Ve huvellezî zereekum fîl ardı ve ileyhi tuhşerûn(tuhşerûne).
Sizi yerde yaratıp yayan O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız.
|
وَهُوَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ
Ve huvellezî yuhyî ve yumîtu ve lehuhtilâful leyli ven nehâr(nehâri), e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne).
Dirilten de, öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O'nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?
|
بَلْ قَالُوا مِثْلَ مَا قَالَ الْأَوَّلُونَ
Bel kâlû misle mâ kâlel evvelûn(evvelûne).
Hayır; yine de öncekilerin dediklerini derler.
|
قَالُوا أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ
Kâlû e izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le meb’ûsûn(meb’ûsûne).
82,83. Öncekiler: "Ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? And olsun ki biz ve daha önce de babalarımız tehdit edilmişti; bu, öncekilerin masallarından başka birşey değildir" demişlerdi.
|
لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَآبَاؤُنَا هَذَا مِن قَبْلُ إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
Lekad vuıdnâ nahnu ve âbâunâ hâzâ min kablu in hâzâ illâ esâtîrul evvelîn(evvelîne).
82,83. Öncekiler: "Ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? And olsun ki biz ve daha önce de babalarımız tehdit edilmişti; bu, öncekilerin masallarından başka birşey değildir" demişlerdi.
|
قُل لِّمَنِ الْأَرْضُ وَمَن فِيهَا إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Kul li menil ardu ve men fîhâ in kuntum ta’lemûn(ta’lemûne).
De ki: "Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?"
|
سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ
Seyekûlûne lillâh(lillâhi), kul e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
"Allah'ındır" diyecekler, "Öyleyse ders almaz mısınız?" de.
|
قُلْ مَن رَّبُّ السَّمَاوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Kul men rabbus semâvâtis seb’ı ve rabbul arşil azîm(azîmi).
"Yedi göğün de Rabbi, yüce arşın da Rabbi kimdir?" de.
|
سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ أَفَلَا تَتَّقُونَ
Seyekûlûne lillâh(lillâhi), kul e fe lâ tettekûn(tettekûne).
"Allah'tır" diyecekler! "Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de.
|
قُلْ مَن بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Kul men bi yedihî melekûtu kulli şey’in ve huve yucîru ve lâ yucâru aleyhi in kuntum ta’lemûn(ta’lemûne).
"Biliyorsanız söyleyin her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?"
|
سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ فَأَنَّى تُسْحَرُونَ
Seyekûlûne lillâh(lillâhi), kul fe ennâ tusharûn(tusharûne).
"Allah'tır" diyecekler; "Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz" de.
|
بَلْ أَتَيْنَاهُم بِالْحَقِّ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
Bel eteynâhum bil hakkı ve innehum le kâzibûn(kâzibûne).
Hayır; Biz onlara gerçeği getirdik ama, onlar yalancıdırlar.
|
مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِن وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَّذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ
Mettehazallâhu min veledin ve mâ kâne meahu min ilâhin izen le zehebe kullu ilâhin bimâ halaka ve le alâ ba’duhum alâ ba’d(ba’dın), subhânallâhi ammâ yasıfûn(yasıfûne).
Allah çocuk edinmemiştir; O'nun yanında hiçbir tanrı yoktur, olsaydı, her tanrı kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmağa çalışırlardı. Allah onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.
|
عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
Âlimil gaybi veş şehâdeti fe teâlâ ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).
O, görülmeyeni de, görüleni de bilir. Koştukları ortaklardan yücedir.*
|
قُل رَّبِّ إِمَّا تُرِيَنِّي مَا يُوعَدُونَ
Kul rabbi immâ turiyennî mâ yûadûn(yûadûne).
93,94. De ki: "Rabbim! Onların tehdit olundukları şeyi bana mutlaka göstereceksen, o zaman beni zalim milletin içinde bulundurma Yarabbi."
|
رَبِّ فَلَا تَجْعَلْنِي فِي الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Rabbi fe lâ tec’alnî fil kavmiz zâlimîn(zâlimîne).
93,94. De ki: "Rabbim! Onların tehdit olundukları şeyi bana mutlaka göstereceksen, o zaman beni zalim milletin içinde bulundurma Yarabbi."
|
وَإِنَّا عَلَى أَن نُّرِيَكَ مَا نَعِدُهُمْ لَقَادِرُونَ
Ve innâ alâ en nuriyeke mâ neıduhum le kâdirûn(kâdirûne).
Biz onlara vadettiğimizi sana elbette gösterebiliriz.
|
ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ
İdfa’ billetî hiye ahsenus seyyieh(seyyiete), nahnu a’lemu bi mâ yasıfûn(yasıfûne).
Kötülüğü en iyi ile sav. Onların vasıflandırmalarını Biz daha iyi biliriz.
|
وَقُل رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ
Ve kul rabbi eûzu bike min hemezâtiş şeyâtîn(şeyâtîni).
De ki: "Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım."
|
وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَن يَحْضُرُونِ
Ve eûzu bike rabbi en yahdurûn(yahdurûni).
"Rabbim! Yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım."
|
حَتَّى إِذَا جَاء أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ
Hattâ izâ câe ehadehumul mevtu kâle rabbirciûn(rabbirciûni).
99,100. Onlardan birine ölüm gelince: "Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim" der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.
|
لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Leallî a’melu sâlihan fîmâ terektu kellâ, innehâ kelimetun huve kâiluhâ, ve min verâihim berzahun ilâ yevmi yub’asûn(yub’asûne).
99,100. Onlardan birine ölüm gelince: "Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim" der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.
|
فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَا أَنسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلَا يَتَسَاءلُونَ
Fe izâ nufiha fis sûri fe lâ ensâbe beynehum yevme izin ve lâ yetesâelûn(yetesâelûne).
Sura üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de birşey soramazlar.
|
فَمَن ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa ermiş olanlardır.
|
وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُوْلَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنفُسَهُمْ فِي جَهَنَّمَ خَالِدُونَ
Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Tartıları hafif gelenler, işte onlar, kendilerine yazık edendir, cehennemde temellidirler.
|
تَلْفَحُ وُجُوهَهُمُ النَّارُ وَهُمْ فِيهَا كَالِحُونَ
Telfehu vucûhehumun nâru ve hum fîhâ kâlihûn(kâlihûne).
Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır.
|
أَلَمْ تَكُنْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَكُنتُم بِهَا تُكَذِّبُونَ
E lem tekun âyâtî tutlâ aleykum fe kuntum bihâ tukezzibûn(tukezzibûne).
Allah: "Ayetlerim size okunurken onları yalanlıyordunuz değil mi?" der.
|
قَالُوا رَبَّنَا غَلَبَتْ عَلَيْنَا شِقْوَتُنَا وَكُنَّا قَوْمًا ضَالِّينَ
Kâlû rabbenâ galebet aleynâ şıkvetunâ ve kunnâ kavmen dâllîn(dâllîne).
Şöyle derler: "Rabbimiz! Bizi bedbahtlığımız yenmişti; sapık bir millet olmuştuk."
|
رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْهَا فَإِنْ عُدْنَا فَإِنَّا ظَالِمُونَ
Rabbenâ ahricnâ minhâ fe in udnâ fe innâ zâlimûn(zâlimûne).
"Rabbimiz! Bizi buradan çıkar, tekrar günaha dönersek, doğrusu zulmetmiş oluruz."
|
قَالَ اخْسَؤُوا فِيهَا وَلَا تُكَلِّمُونِ
Kâlahseû fîhâ ve lâ tukellimûn(tukellimûni).
108,109,110,111. Allah: "Sinin orada! Benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk: "Rabbimiz! inandık, artık bizi bağışla, bize acı. Sen acıyanların en iyisisin" diyordu. Siz ise, onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükafatlandırdım. Doğrusu onlar kurtulanlardır" der.
|
إِنَّهُ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْ عِبَادِي يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ
İnnehu kâne ferîkun min ibâdî yekûlûne rabbenâ âmennâ fagfir lenâ verhamnâ ve ente hayrur râhımîn(râhımîne).
108,109,110,111. Allah: "Sinin orada! Benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk: "Rabbimiz! inandık, artık bizi bağışla, bize acı. Sen acıyanların en iyisisin" diyordu. Siz ise, onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükafatlandırdım. Doğrusu onlar kurtulanlardır" der.
|
فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ سِخْرِيًّا حَتَّى أَنسَوْكُمْ ذِكْرِي وَكُنتُم مِّنْهُمْ تَضْحَكُونَ
Fettehaztumûhum sıhriyyen hattâ ensevkum zikrî ve kuntum minhum tadhakûn(tadhakûne).
108,109,110,111. Allah: "Sinin orada! Benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk: "Rabbimiz! inandık, artık bizi bağışla, bize acı. Sen acıyanların en iyisisin" diyordu. Siz ise, onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükafatlandırdım. Doğrusu onlar kurtulanlardır" der.
|
إِنِّي جَزَيْتُهُمُ الْيَوْمَ بِمَا صَبَرُوا أَنَّهُمْ هُمُ الْفَائِزُونَ
İnnî cezeytuhumul yevme bimâ saberû ennehum humul fâizûn(fâizûne).
108,109,110,111. Allah: "Sinin orada! Benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk: "Rabbimiz! inandık, artık bizi bağışla, bize acı. Sen acıyanların en iyisisin" diyordu. Siz ise, onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükafatlandırdım. Doğrusu onlar kurtulanlardır" der.
|
قَالَ كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْضِ عَدَدَ سِنِينَ
Kâle kem lebistum fil ardı adede sinîn(sinîne).
Allah onlara yine: "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız" der.
|
قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَاسْأَلْ الْعَادِّينَ
Kâlû lebisnâ yevmen ev ba’da yevmin fes’elil âddîn(âddîne).
"Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor" derler.
|
قَالَ إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا لَّوْ أَنَّكُمْ كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Kâle in lebistum illâ kalîlen lev ennekum kuntum ta’lemûn(ta’lemûne).
114,115. Allah' "Pek az kaldınız, keşke bilseydiniz! Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" der.
|
أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ
E fe hasibtum ennemâ halaknâkum abesen ve ennekum ileynâ lâ turceûn(turceûne).
114,115. Allah' "Pek az kaldınız, keşke bilseydiniz! Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" der.
|
فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ
Fe teâlallâhul melikul hakk(hakku), lâ ilâhe illâ hû(huve), rabbul arşil kerîm(kerîmi).
Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.
|
وَمَن يَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا بُرْهَانَ لَهُ بِهِ فَإِنَّمَا حِسَابُهُ عِندَ رَبِّهِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ
Ve men yed’u maallâhi ilâhen âhare lâ burhâne lehu bihî fe innemâ hısâbuhu inde rabbih(rabbihi), innehu lâ yuflihul kâfirûn(kâfirûne).
Allah'la beraber, varlığına hiçbir delili olmadığı halde başka tanrıya tapanın hesabını Rabbi görecektir. İnkarcılar elbette kurtulamazlar.
|
وَقُل رَّبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ
Ve kul rabbigfir verham ve ente hayrur râhımîn(râhımîne).
De ki: "Rabbim! Bağışla, merhamet et, Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın."*
|