إِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ
İzâ ve kaatil vâkıah(vâkıatu).
1,2,3. Kıyamet koptuğunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek olan o hadisenin yalan olmadığı ortaya çıkacaktır.
|
لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌ
Leyse li vak’atihâ kâzibeh(kâzibetun).
1,2,3. Kıyamet koptuğunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek olan o hadisenin yalan olmadığı ortaya çıkacaktır.
|
خَافِضَةٌ رَّافِعَةٌ
Hâfidatun râfiah(râfiatun).
1,2,3. Kıyamet koptuğunda kimini alçaltacak ve kimini yükseltecek olan o hadisenin yalan olmadığı ortaya çıkacaktır.
|
إِذَا رُجَّتِ الْأَرْضُ رَجًّا
İzâ ruccetil ardu reccâ(reccen).
4,5,6,7. Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
|
وَبُسَّتِ الْجِبَالُ بَسًّا
Ve bussetil cibâlu bessâ(bessen).
4,5,6,7. Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
|
فَكَانَتْ هَبَاء مُّنبَثًّا
Fe kânet hebâen mun bessâ(bessen).
4,5,6,7. Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
|
وَكُنتُمْ أَزْوَاجًا ثَلَاثَةً
Ve kuntum ezvâcen selâseh(selâseten).
4,5,6,7. Ey insanlar! Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman, siz de üç sınıf olursunuz.
|
فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ
Fe ashâbul meymeneti mâ ashâbul meymeneti.
İyi işler işlediklerini belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara!
|
وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ
Ve ashâbul meş'emeti mâ ashâbul meş’emeti.
Kötülük işlediklerini belirtmek üzere, amel defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara!
|
وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ
Ves sâbikûnes sâbikûn(sâbikûne).
İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır.
|
أُوْلَئِكَ الْمُقَرَّبُونَ
Ulâikel mukarrebûn(mukarrebûne).
11,12. Naim cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.
|
فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ
Fî cennâtin naîm(naîmi).
11,12. Naim cennetlerinde Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.
|
ثُلَّةٌ مِّنَ الْأَوَّلِينَ
Sulletun minel evvelîn(evvelîne).
13,14. Onların büyük kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
|
وَقَلِيلٌ مِّنَ الْآخِرِينَ
Ve kalîlun minel âhirîn(âhirîne).
13,14. Onların büyük kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
|
عَلَى سُرُرٍ مَّوْضُونَةٍ
Alâ sururin mevdûnetin.
15,16. Mücevheratla işlenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar.
|
مُتَّكِئِينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِلِينَ
Muttekiîne aleyhâ mutekâbilîn(mutekâbilîne).
15,16. Mücevheratla işlenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar.
|
يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَ
Yetûfu aleyhim vildânun muhalledûn(muhalledûne).
17,18,19,20,21. Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
|
بِأَكْوَابٍ وَأَبَارِيقَ وَكَأْسٍ مِّن مَّعِينٍ
Bi ekvâbin ve ebârîka ve ke’sin min maîn(maînin).
17,18,19,20,21. Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
|
لَا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلَا يُنزِفُونَ
Lâ yusaddeûne anhâ ve lâ yunzifûn(yunzifûne).
17,18,19,20,21. Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
|
وَفَاكِهَةٍ مِّمَّا يَتَخَيَّرُونَ
Ve fâkihetin mimmâ yetehayyerûn(yetehayyerûne).
17,18,19,20,21. Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
|
وَلَحْمِ طَيْرٍ مِّمَّا يَشْتَهُونَ
Ve lahmi tayrin mimmâ yeştehûn(yeştehûne).
17,18,19,20,21. Ölümsüz gençler yanlarında, baş ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kaseler, ibrikler, kadehler; seçecekleri meyveler, arzulayacakları kuş eti ile dolaşırlar.
|
وَحُورٌ عِينٌ
Ve hûrun înun.
22,23,24. İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.
|
كَأَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ الْمَكْنُونِ
Ke emsâlil lu’luil meknûn(meknûni).
22,23,24. İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.
|
جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Cezâen bi mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
22,23,24. İşlediklerine karşılık olarak, sedefteki inciler gibi ceylan gözlüler vardır. Orada boş ve günaha sokacak bir söz duymazlar.
|
لَا يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا وَلَا تَأْثِيمًا
Lâ yesmeûne fîhâ lagven ve lâ te’sîmâ(te’sîmen).
Sadece selama karşılık selam sözü işitirler.
|
إِلَّا قِيلًا سَلَامًا سَلَامًا
İllâ kîlen selâmen selâmâ(selâmen).
Defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara!
|
وَأَصْحَابُ الْيَمِينِ مَا أَصْحَابُ الْيَمِينِ
Ve ashâbul yemîni mâ ashâbul yemîn(yemîni).
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
فِي سِدْرٍ مَّخْضُودٍ
Fî sidrin mahdûd(mahdûdin).
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
وَطَلْحٍ مَّنضُودٍ
Ve talhın mendûd(mendûdin).
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
وَظِلٍّ مَّمْدُودٍ
Ve zıllin memdûd(memdûdin).
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
وَمَاء مَّسْكُوبٍ
Ve mâin meskûb(meskûbin).
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
وَفَاكِهَةٍ كَثِيرَةٍ
Ve fâkihetin kesîrah(kesîretin)
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
لَّا مَقْطُوعَةٍ وَلَا مَمْنُوعَةٍ
Lâ maktûatin ve lâ memnûah(memnûatin).
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
وَفُرُشٍ مَّرْفُوعَةٍ
Ve furuşin merfûah(merfûatin).
27,28,29,30,31,32,33,34. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.
|
إِنَّا أَنشَأْنَاهُنَّ إِنشَاء
İnnâ enşe’nâ hunne inşââ(inşâen).
35,36,37,38. Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.*
|
فَجَعَلْنَاهُنَّ أَبْكَارًا
Fe cealnâ hunne ebkârân(ebkâren).
35,36,37,38. Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.*
|
عُرُبًا أَتْرَابًا
Uruben etrâbâ(etrâben).
35,36,37,38. Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.*
|
لِّأَصْحَابِ الْيَمِينِ
Li ashâbil yemîn(yemîni).
35,36,37,38. Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır; onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.*
|
ثُلَّةٌ مِّنَ الْأَوَّلِينَ
Sulletun minel evvelîn(evvelîne).
39,40. Bunların bir kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
|
وَثُلَّةٌ مِّنَ الْآخِرِينَ
Ve sulletun minel âhırîn(âhırîne).
39,40. Bunların bir kısmı eski ümmetlerden, bir kısmı da sonrakilerdendir.
|
وَأَصْحَابُ الشِّمَالِ مَا أَصْحَابُ الشِّمَالِ
Ve ashâbuş şimâli mâ ashâbuş şimâl(şimâli).
Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara!
|
فِي سَمُومٍ وَحَمِيمٍ
Fî semûmin ve hamîm(hamîmin).
42,43,44. İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.
|
وَظِلٍّ مِّن يَحْمُومٍ
Ve zıllin min yahmûm(yahmûmin).
42,43,44. İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.
|
لَّا بَارِدٍ وَلَا كَرِيمٍ
Lâ bâridin ve lâ kerîm(kerîmin).
42,43,44. İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulunurlar.
|
إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُتْرَفِينَ
İnnehum kânû kable zâlike mutrefîn(mutrefîne).
45,46. Çünkü onlar, bundan önce, dünyada, nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı.
|
وَكَانُوا يُصِرُّونَ عَلَى الْحِنثِ الْعَظِيمِ
Ve kânû yusirrûne alel hınsil azîm(azîmi).
45,46. Çünkü onlar, bundan önce, dünyada, nimet içinde bulunurlar iken, büyük günah işlemekte direnir dururlardı.
|
وَكَانُوا يَقُولُونَ أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ
Ve kânû yekûlûne e izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâ men e innâ le meb’ûsûn(meb’ûsûne).
Şöyle söylerlerdi: "Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?"
|
أَوَ آبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ
E ve âbâunel evvelûn(evvelûne).
"Önce gelip geçmiş babalarımız da mı?"
|
قُلْ إِنَّ الْأَوَّلِينَ وَالْآخِرِينَ
Kul innel evvelîne vel âhirîn(âhirîne).
49,50. De ki: "Şüphesiz öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün belirli bir vaktinde toplanacaklardır."
|
لَمَجْمُوعُونَ إِلَى مِيقَاتِ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ
Le mecmûûne ilâ mîkâti yevmin ma’lûm(ma’lûmin).
49,50. De ki: "Şüphesiz öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün belirli bir vaktinde toplanacaklardır."
|
ثُمَّ إِنَّكُمْ أَيُّهَا الضَّالُّونَ الْمُكَذِّبُونَ
Summe innekum eyyuhed dâllûnel mukezzibûn(mukezzibûne).
Sonra, siz ey sapıklar, yalanlayanlar!
|
لَآكِلُونَ مِن شَجَرٍ مِّن زَقُّومٍ
Le âkilûne min şecerin min zakkumin.
Doğrusu bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.
|
فَمَالِؤُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ
Fe mâ liûne minhel butûn(butûne).
Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;
|
فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَمِيمِ
Fe şâribûne aleyhi minel hamîm(hamîmi).
Onun üzerine kaynar su içeceksiniz;
|
فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ
Fe şâribûne şurbel hîm(hîmi).
Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz;
|
هَذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدِّينِ
Hâzâ nuzuluhum yevmed dîn(dîni).
İşte onlara, ceza günü sunulacak konukluk budur.
|
نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ
Nahnu halaknâkum fe lev lâ tusaddikûn(tusaddikûne).
Sizi yaratan Biziz; hala tasdik etmez misiniz?
|
أَفَرَأَيْتُم مَّا تُمْنُونَ
E fe reeytum mâ tumnûn(tumnûne).
58,59. Söyleyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz mi yaratmaktayız?
|
أَأَنتُمْ تَخْلُقُونَهُ أَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ
E entum tahlukûnehû em nahnul hâlikûn(hâlikûne).
58,59. Söyleyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz mi yaratmaktayız?
|
نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ
Nahnu kaddernâ beynekumul mevte ve mâ nahnu bi mes- bûkîn(mesbûkîne).
60,61. Ölümü aranızda Biz tayin ettik; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek kimse önümüze geçemez.
|
عَلَى أَن نُّبَدِّلَ أَمْثَالَكُمْ وَنُنشِئَكُمْ فِي مَا لَا تَعْلَمُونَ
Alâ en nubeddile emsâlekum ve nunşiekum fî mâ lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
60,61. Ölümü aranızda Biz tayin ettik; sizi ortadan kaldırıp benzerlerinizi yerinize getirmeyi, sizi bilmediğiniz şekilde var etmeyi dilesek kimse önümüze geçemez.
|
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ النَّشْأَةَ الْأُولَى فَلَوْلَا تَذكَّرُونَ
Ve lekad alimtumunneş etel ûlâ fe lev lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
And olsun ki, ilk yaratmayı bilirsiniz, yine de düşünmez misiniz?
|
أَفَرَأَيْتُم مَّا تَحْرُثُونَ
E fe reeytum mâ tahrusûn(tahrusûne).
63,64. Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz?
|
أَأَنتُمْ تَزْرَعُونَهُ أَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ
E entum tezre ûnehû em nahnuz zâriûn(zâriûne).
63,64. Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler sizler misiniz, yoksa Biz mi bitiriyoruz?
|
لَوْ نَشَاء لَجَعَلْنَاهُ حُطَامًا فَظَلَلْتُمْ تَفَكَّهُونَ
Lev neşâu le cealnâhu hutâmen fe zaltum tefekkehûn(tefekkehûne).
65,66,67. Dilersek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız; "Doğrusu borç altına girdik, hatta yoksun kaldık".
|
إِنَّا لَمُغْرَمُونَ
İnnâ le mugremûn(mugremûne).
65,66,67. Dilersek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız; "Doğrusu borç altına girdik, hatta yoksun kaldık".
|
بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ
Bel nahnu mahrûmûn(mahrûmûne).
65,66,67. Dilersek Biz onu çerçöp yaparız, şaşar kalırsınız; "Doğrusu borç altına girdik, hatta yoksun kaldık".
|
أَفَرَأَيْتُمُ الْمَاء الَّذِي تَشْرَبُونَ
E fe reeytumul mâellezî teşrebûn(teşrebûne).
68,69. Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi indiririz?
|
أَأَنتُمْ أَنزَلْتُمُوهُ مِنَ الْمُزْنِ أَمْ نَحْنُ الْمُنزِلُونَ
E entum enzeltumûhu minel muzni em nahnul munzilûn(munzilûne).
68,69. Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu Biz mi indiririz?
|
لَوْ نَشَاء جَعَلْنَاهُ أُجَاجًا فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ
Lev neşâu cealnâhu ucâcen fe levlâ teşkurûn(teşkurûne).
Dileseydik onu acılaştırırdık; hala şükretmez misiniz?
|
أَفَرَأَيْتُمُ النَّارَ الَّتِي تُورُونَ
E fe reeytumun nârelletî tûrûn(tûrûne).
71,72. Söyleyin; yaktığınız ateşin ağacını var eden sizler misiniz, yoksa onu Biz mi var ederiz?
|
أَأَنتُمْ أَنشَأْتُمْ شَجَرَتَهَا أَمْ نَحْنُ الْمُنشِؤُونَ
E entum enşe’tum şeceretehâ em nahnul munşiûn(munşiûne).
71,72. Söyleyin; yaktığınız ateşin ağacını var eden sizler misiniz, yoksa onu Biz mi var ederiz?
|
نَحْنُ جَعَلْنَاهَا تَذْكِرَةً وَمَتَاعًا لِّلْمُقْوِينَ
Nahnu cealnâhâ tezkireten ve metâan lil mukvîn(mukvîne).
Biz onu bir ibret ve çölde konaklayanlar için yararlı kıldık.
|
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ
Fe sebbih bismi rabbikel azîm(azîmi).
Öyleyse çok büyük Rabbinin adını tesbih et.*
|
فَلَا أُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ
Fe lâ uksimu bi mevâkiin nucûm(nucûmi).
75,76. Hayır; yıldızların yerleri üzerine yemin ederim; ki bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz!
|
وَإِنَّهُ لَقَسَمٌ لَّوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ
Ve innehu le kasemun lev ta’lemûne azîm(azîmun).
75,76. Hayır; yıldızların yerleri üzerine yemin ederim; ki bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz!
|
إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ
İnnehu le kur’ânun kerîm(kerîmun).
77,78,79,80. Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
|
فِي كِتَابٍ مَّكْنُونٍ
Fî kitâbin meknûn(meknûnin).
77,78,79,80. Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
|
لَّا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ
Lâ yemessuhû illel mutahherûn(mutahherûne).
77,78,79,80. Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
|
تَنزِيلٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Tenzîlun min rabbil âlemîn(âlemîne).
77,78,79,80. Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitap'da mevcutken Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı Kerim'dir.
|
أَفَبِهَذَا الْحَدِيثِ أَنتُم مُّدْهِنُونَ
E fe bi hâzel hadîsi entum mudhinûn(mudhinûne).
Siz bu sözü mü hor görüyorsunuz?
|
وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ
Ve tec’alûne rızkakum ennekum tukezzibûn(tukezzibûne).
Rızkınıza şükredeceğiniz yere onu vereni mi yalanlıyorsunuz?
|
فَلَوْلَا إِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَ
Fe lev lâ izâ belegatil hulkûme(hulkûme).
83,84,85. Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz.
|
وَأَنتُمْ حِينَئِذٍ تَنظُرُونَ
Ve entum hîne izin tenzurûn(tenzurûne).
83,84,85. Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz.
|
وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنكُمْ وَلَكِن لَّا تُبْصِرُونَ
Ve nahnu akrebu ileyhi minkum ve lâkin lâ tubsirûn(tubsirûne).
83,84,85. Kişinin canı boğaza dayanınca ve siz o zaman bakıp kalırken, Biz o kişiye sizden daha yakınızdır, ama görmezsiniz.
|
فَلَوْلَا إِن كُنتُمْ غَيْرَ مَدِينِينَ
Fe lev lâ in kuntum gayre medînîn(medînîne).
86,87. Siz dirilip yaptıklarınıza karşılık görmeyecekseniz ve eğer bu sözünüzde samimi iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!
|
تَرْجِعُونَهَا إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Terciûnehâ in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
86,87. Siz dirilip yaptıklarınıza karşılık görmeyecekseniz ve eğer bu sözünüzde samimi iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!
|
فَأَمَّا إِن كَانَ مِنَ الْمُقَرَّبِينَ
Fe emmâ in kâne minel mukarrebîne(mukarrebîne).
88,89. Eğer ölen o kişi, gözdelerden ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur.
|
فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّةُ نَعِيمٍ
Fe revhun ve reyhânun ve cennetu naîm(naîmin).
88,89. Eğer ölen o kişi, gözdelerden ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur.
|
وَأَمَّا إِن كَانَ مِنَ أَصْحَابِ الْيَمِينِ
Ve emmâ in kâne min ashâbil yemîn(yemîni).
Eğer defteri sağdan verilenlerden ise,
|
فَسَلَامٌ لَّكَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ
Fe selâmun leke min ashâbil yemîn(yemîni).
"Ey sağcılardan olan kişi, sana selam olsun!" denir.
|
وَأَمَّا إِن كَانَ مِنَ الْمُكَذِّبِينَ الضَّالِّينَ
Ve emmâ in kâne minel mukezzibîned dâllîn(dâllîne).
Eğer, sapık yalancılardan ise,
|
فَنُزُلٌ مِّنْ حَمِيمٍ
Fe nuzulun min hamîm(hamîmin).
Ona kaynar sudan konukluk sunulur.
|
وَتَصْلِيَةُ جَحِيمٍ
Ve tasliyetu cahîm(cahîmin).
Cehenneme sokulur.
|
إِنَّ هَذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَقِينِ
İnne hâzâ le huve hakkul yakîn(yakîni).
Doğrusu kesin gerçek budur.
|
فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ
Fe sebbih bismi rabbikel azîm(azîmi).
Öyleyse çok büyük Rabbinin adını tesbih et.*
|